Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

İKİNCİ KISIM

 

Zamanın Çarkları, Hep Aleyhimize Çalışıyor !

 

Osmanls imparatorluğu, zaten harita

üzerinde bir imparatorluk haline

gelmişti. Abdülhamit’in tahta geçişinden

sonra imparatorluk, ilk parçalanmasını

1878 Berlin Antlaşması’yle yaşadı.

 

Fakat kopuşlar durmadı. Çarklar, hep

aleyhte çalışıyordu. Sarayın memlekete

hâkim kılmak istediği ise, ancak kulluk,

kölelik ruhuydu...

 

 

XII

 

 

ÇOK DAVALI BİR MİRAS:

 

1878-1908 arasında Osmanlı imparatorluğunun tarihi, büyük devletler arasında Türkiye’nin taksimi üzerinde süregelen anlaşmazlıkların tarihidir. Bu anlaşmazlıklar, daha XIX. yüzyıl öncesinden beri çeşitli gelişmelerle devam eden Sark meselesi-nin, en önemli konusunu teşkil eder. Küçük Balkan devletlerinin teşekkülü, Makedonya çatışmaları, Osmanlı Asyasında Ermenistan çabaları veya Suriye, Irak, Arabistan gibi ülkeler, hatta Tunus, Mısır üstünde yürütülen projeler hep bu anlaşmazlıklar sayesinde uzayıp giden taksim çekişmelerinin birer konusuydular.

 

Ortada ve harita üzerinde bir imparatorluk vardı. Artık tarihî ömrünü »yaşamış sayılıyordu. Onun mirası üstünde kavgalar, XIX. yüzyılın hele ikinci yarısında, Şark, siyasetinin mihverini teşkil etti. Daha önce de naklettiğimiz gibi, 1853’te Rusya çarı I. Nikola’nın İngiliz elçisine söylediği:

 

«— Kollarımızın arasında hasta bir adam var, bu hasta her zaman ölebilir...»

 

sözlerinde ve bu sözlerin, çağın siyasî edebiyatına getirdiği Hasta Adam kavramında, Osmanlı devletinin temel yapısına dayanan bir gerçek bulunuyordu.

 

1878-1908 arasında bu gerçek, büsbütün güçlendi. Son padişah Vahdettin’e atfedilen bir söz vardır. Eğer doğruysa, bir gtin Vahdettin şöyle konuşur:

 

«— Bizim babamız Sultan Mecifin, kız ve erkek 19 evlâdı oldu. Ama Sultan Hamit de dahil olduğu halde, bunun on sekizini, yani bizim hepimizi terazinin bir gözüne,

 

 

384

 

Murat Efendiyi de diğer gözüne koy salardı, Murat Efendi ağır basardı...»

 

Burada adı geçen Murat Efendi, Abdülaziz’in ardından tahta geçtikten bir süre sonra şuurunu kaybedip tahtından indirilen, Sultan V. Murat’tır. Gerçi kısa bir süre sonra şuuruna kavuştu. Ama tahta dönemedi.

 

Bu sözler söylenmiş midir, söylenmemiş midir? Bunun üzerinde durmayabiliriz. Eğer Sultan Murat, tahtta kalsaydı neler kurtarılabilirdi konusu da tartışılabilir. Ama II. Abdülhamit’in tahta geçmesinin ve onun 33 yıl süren karanlık saltanatının, imparatorluğun çöküntüsünü hızlandırdığını ve bu çöküntüyü tamamlayacak şartları bütün cepheleriyle hazırladığını kabul etmekte hata olmasa gerektir. Öyle ki, bu imparatorluk, 1908 İhtilâlinin neticeleriyle eGnç Türkler eline intikal ettiği gün, o günkü sınırlar içinde devam ve bekâ imkânlarını, zaten kaybetmiş bulunuyordu. Yeni devrin yarattığı ümitlere rağmen. Yani bu ihtilâlden sonra sahnede beliren meselâ Birinci Dünyâ Harbinde imparatorluğu kurtarmak için, inanılmaz bir disiplin gücü yaratabilen genç ve kendi kendini yetiştirmiş kadronun insanüstü gayretlerine rağmen.

 

Evet, 1878-1908 idaresi, kendinden sonraki devre, hayatiyetini kaybetmiş, çok karışık bir miras bırakıyordu. Sadece ve milletlerarası ilişkilere giren siyasî davalar alanında bile olsa, çözümlenmeye muhtaç, fakat çözümlenmeleri Osmanlı devleti lehine hiç bir şey vaat etmeyen bir sıra önemli meseleler vardı. Sonra da iç davalar ve nice iç çatışmalar. Bütün bunların karşısında, iler tutar yeri kalmamış, dayanakları çökmüş, hükümeti yetkisiz bir devlet vardı. Bu devlet, cahil, Asyatik bir saray yönetimiyle idareye çalışılıyordu. Askerinin, memurunun maaşların! veremiyordu. Müflisti. Her ay başı yabancılara el açan dilenci, haysiyetsiz bir idarenin, XX. yüzyılın şartları içinde, elbette ki yaşama hakkı olamazdı. Bu sebeple 1908 ihtilâlcilerini biz, hem ihtilâllerinde muzaffer olmakla bahtiyar, hem de akıbetlerinin ve başarısızlıklarının şartları daha ilk günden belli, bahtsız bir kadro olarak alırsak, pek de hata etmiş olmayız.

 

 

385

 

Hele bu şartların içinde bir de, yeni devirde sorumluluk alanların, kendilerinden önceki devri incelemiş, eleştirmiş, problemlerini ve milletlerarası çözüm yollarını ortaya koymuş düşünürlerden ve eserlerden yoksunlukları, ayrıca bir bahtsızlıktı. Bütün iyi niyetlerine rağmen, gazetelerin dahi okunması yasak olan bir eğitim sisteminden gelmiş olmalarını da, bu bahtsızlığa eklemeliyiz.

 

Halbuki Sultan Hamit’in kulları arasında onu devri «asr-ı meali hasr», yani bütün üstünlüklerin, yüceliklerin devri olarak anılırdı. Bu sözler, konuşma ve basında, padişahtan bahseden her cümlenin başında gelirdi.

 

Şimdi biz kısaca, Abdülhamit idaresini, eşi emsali olmayan bir devir sayan ve sarayın memlekete yaydığı bu ruh halini İmaz belirtmeliyiz. Ondan sonra da 1878-1908 devrinin, kendinden sonraki devre miras bıraktığı bazı meselelere değineceğiz. Bunlar arasında ve aslında bir iç savaş olan Makedonya işlerini ayrıca ele alacağız. Her biri, imparatorluğun tasfiyesinde bir safha teşkil eden bazı ana davaları da göreceğiz. Çünkü bu davalardan bir kısmı, Abdülhamit devrinin kendinden sonraki < Genç Türkler idaresine miras bıraktığı pürüzlü meselelerdir.

 

* * *

 

KUL VE KÖLE RUHU!

 

Bütün Şark despotizmlerinde, bütün Maharacılıklarda kaçınılmaz olan kul ve köle ruhunun, zihniyetinin, Abdülhamit saltanatında ve Abdülhamit sarayı tarafından aşırı şekilde beslenişi, bu devrin yaygınlaştırdığı fenalıkların önemli bir cephesi oldu. Saray, kendi içinde ve kendi çevresinde, ancak uşaklar ve köleler istiyordu. Daha önce değindiğimiz jurnalcilik ve padişaha asılsız da olsa birtakım ihbarlarla mükâfatlar ve rütbeler almak nizamı, bu mesleği memleketin uçlarına kadar yaymıştı. Tabiî her jurnal, her ihbar, padişaha bir dizi övgüler, dualarla başlıyordu. Zaten aslında herkes, birbirinin aleyhindeydi. Ve bu birbirinin aleyhinde bulunarak yerini muhafaza etmek veya yeni mevkiler, menfaatler sağlamak gayreti, hatta vezirler, kumandanlar arasına kadar yayılmıştı.

 

 

386

 

Basın, her gün ve ilk sütunlarında padişaha övgülerle çıkardı. Her yaymlanabilen kitap, ünsüzünde bu övgüleri gökyüzüne çıkarırdı. Padişahın yüzyılını, emsali görülmemiş bir maarif yüzyılı olarak anmak lâzımdı. Bu kötü düşkünlük, ruhî soysuzlaşma, özel yazışmalara ve mektep vazifelerine, özel mektuplara kadar girmişti.

 

Meselâ İttihat ve Terakki iktidarının üç önde adamından biri olan Bahriye Nazırı Cemal Paşanın, Tarih Kurumuna intikal eden özel evrakı arasında bulduğumuz, belki de Cemal Paşaya ait olmayan bir mektep vazifesinden şu satırları, aslını bozmayarak nakledelim:

 

«Sâye-i Jüyûzatvâye-i hazreti padişâhide, memâlik-i şahanelerinde, asr-ı güzîn-i Abdülhamid-i han sâni, asâr-ı sâlifeye nazaran, hakikaten bir asr-ı gıptabahşâdır. Çünkü, sâye-i jüyûzatvâye-i hazreti hilâfetpenâhilerinde, memâlik-i şahânelerinin her köşesi, bir menba-i maarif şeklini almıştır. Her mahallinde, bir şüle-i maarif lemeâna başlamıştır. Evet, bugün onun, cenâh-i müstelzim-i felah-ı zillülâhilerinde, Osmanlı bendeleri perverde ve her ân, uğur-u hümâyûnlarında fedây-ı ser-i sâna amâde olarak, bir gayret-i mütemâdi ile çalışmaktadırlar...»

 

Bu mektep vazifesi böylece devam eder gider. Bugünkü dile çevirmeye çalışırsak şu ifadeler çıkar (1) :

 

«Padişahın, feyizler, nimetler yayan gölgesinde, padişahın memleketlerinde, Sultan II. Abdülhamit’in, seçkin, güzide asrı, eski asırlara nazaran, hakikaten gıpta edilecek bir asırdır (yani, bütün geçmiş asırlardan üstündür). Çünkü onun, hilâfetin penâhı, sığmağı olan gölgesinde, memleketin her köşesi, bir maarif,' eğitim kaynağı halini almıştır. Her yerinde, bir bilgi, marifet çerağı parlamaya başlar. Evet, bugün, Allahın gölgesi olan kurtarıcı kanatları altında bütün Osmanlı kullan, onun uğrunda her an can ve başlannı fedaya hazırdırlar, vb...»

 

 

(1) El yazısının Cemal Paşaya ait olmadığım tekrar belirtmeliyiz.

 

 

387

 

Halbuki bu yazı, nihayet bir mektep vazifesidir. Konu da, Demiryollar hakkında bir şeyler yazmaktır. Yani demiryollarının medeniyete olan yararları anlatılacaktır. Nitekim, yukardaki şekilde daha bir dizi marifetlerden sonra, bu mektep vazifesini yazan öğrenci, demiryollarının ne olduuğnu ve faydalarını anlatır ve yazı, demiryolları hakkında devam eder gider. Onu yazan öğrenci ve ondan bu cins yazılar isteyen öğretmenlere özgü olan ruh hali, elbette ki, bir kölelik ve kulluk ruhudur.

 

Bu ruh, maalesef yaygındı. Hatta baştan sona bu cins tekerlemelerle dolu kitaplar bile yazılırdı. Meselâ Abdülhamit devrinde ordunun, donanmanın halini, daha önce bizzat Harbiye ve Bahriye Nazırlarından öğrendik. Ama elimizde «Padişahımız Hazretlerinin Seçkin, Güzide Asrında Askerî Terakkiler» ismini taşıyan ve «Topçuluk, İstihkâm» kısmını içine alan bir kitap var (1). Bu kitabın önsözünde bu eserin, Hazreti Sultan Abdülhamit’in saltanatı devrinde, ordumuzda görülen muazzam terakkiler anlatılır. Ve kitap, Abdülhamit’e uzun övgü ve dualarla biter. Son sözün son cümleleri şöyledir:

 

«Yirmi yedinci senesini yaşamakla iftihar ve bahtiyarlık duyduğumuz, eşi ve emsali olmayan Hazreti Abdülhamidi sâni asrında...»

 

«Hemen Cenab-ı Hak, bâhak ki resûl-i müctebâ, halifei rûy-ü zemin, sultan-ı selâtin-i adâletkârîn, merdümk-ü uyûn-ü kâffe-i müminin olan kumandân-ı akdesimiz, velinimet bîminnetimiz, sevgili padişahımız efendimiz, essültân ibnissultan elgâzi Abdülhamid-i han sâni-i şevketnişin efendimiz hazretlerini, dünyalar durdukça...»

 

Bunları yeni dile çevirmesek de olur ama, ifade edilmek istenen şudur: Tanrı, Hazreti Peygamberin yüzü suyu hürmetine, bütün dünya yüzünün halifesi sultan oğlu sultan ve bütün sultanların adaletlisi, bütün Müslümanların gözbebeği olan kutsal kumandanımız,

 

 

(1) Kütüphane-i İslâm ve Askerî. Tarihi yok. Ama yirmi yedinci seneden bahsedildiğine göre, 1903’te basılmış olması lâzım. Halbuki o yıl isyanlarla Makedonya kana boğuluyordu.

 

 

388

 

ekmeğimizin, nimetimizin sahibi efendimiz hazretlerine, dünyalar durdukça... ömür, afiyet, sıhhat bahtiyarlık ve milleti de onun gölgesinde nice nimetlere mazhar etsin...

 

Bu kitaptaki ruh da aynı kulluk, kölelik ruhudur. Ama kitabın içinde, bu eşi emsali olmayan Abdülhamit asrında, orduda, donanmadaki eşi görülmemiş terakkiler hakkında hiç bir şey yoktur. Her cümlede padişahın adı ve övgüsü, mutlak olarak geçmekle yetinilir. Donanma ise çökmüş, ordu tükenmiştir.

 

Ama o sıralarda ordunun halini biz bir de, Makedonya dağlarında her tarafı saran çetelerle savaşıp, 1908 İhtilâlinde «Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey» olarak parlayan, muharip bir ön saf subayından dinleyelim. Kaldı ki bu subay, 1897 Osmanlı-Yunan harbinde gayretleri kumandanlarınca «Emsalsiz» sayıldığı için takdir edilmiş, daha mektepten çıktığı yıl rütbesi üsteğmenliğe çıkarılmıştı.

 

Halbuki mektepten çıkalı henüz sekiz ay olmuştu. Fakat hizmetleri padişaha kadar duyuruldu. İstanbul'a da gönderildi. Fakat bu seyahat, onun kafasını altüst etti. O seyahatle beraber, ihtilâl ve inkılâp arzulan ruhunu sardı. Gördüklerini şöyle anlatıyor:

 

«İstanbul'dan döndüğüm zaman, inkılâp fikrinin esası hakkmdaki duygu ve kanaatlerim tamamlanmıştı. Özel bir vaziyetle İstanbul'a gönderilirken ve esir ettiğim Yunan bölüğünü de İstanbul'a götürürken, daha Manastır istasyonunda, Ordu Kumandanı Vekili ve diğer ordu büyüklerinin, bana verilen vazife ve mevkiden faydalanmayı düşünerek oğullarını, yakınlarını kayırmak, millet hâzinesinden para çarpmak peşinde olduklarını gördüm.

 

Selânik'te de bizzat müşir (mareşal), aynı şekilde fırsattan istifadeye koştu.

 

Milletin avuç dolusu parasını alan devletliler (paşalar) gördüm ki, millet ve devlet işlerinden ziyade, kendi menfaatlerini temin yolundaydılar.

 

Hele Harbiye Nazırının huzuruna çıkarıldığım zaman, Yüksek Askerî Meclisin henüz, askerin kundura meselesini,

 

 

389

 

yani ne cins kundura giydirilmesi işini bile halledemediklerini gördüm. Serasker Paşa, askere çarık mı, yemeni mi giydirilmen tartışmasmdaydı. Benim bile fikrimi sordukları zaman, hayret ettim. Halbuki harp başlamış ve bitmişti!

 

Harp sona erincedir ki, saraya mensup alay alay yaverler ve mensupları, güya harbe gönüllü gitmeye talip olarak, terfiler, maaş zamları alıyorlar ve güya harp sahalarına koşuyorlardı. Rütbe ve nişanları yağma ediyorlardı. Yaptıkları harp, asıl hak ve istihkak sahiplerine karşı yürüttükleri hile ve savaştı.

 

Bir kısım kumandanlar, harp esnasında yağmacılığa, ticarete tenezzül etmişlerdi.

 

Saraya götürüldüğüm zaman ve sekiz ay içinde üsteğmenliğe terfi ettiğimi gizleyerek, kendimi teğmen tanıttım. İkinci ve lüzumsuz bir takdirden kaçınıyordum. Bunun üzerine, bana bir derece terfiim ve 10 lira ihsan buyurulduğu bildirildi. Halbuki ben, o rütbeyi zaten harp meydanında almıştım. Ama bu sırada ve benim İstanbul'a getirdiğim Yunan esirlerini, Müşir (Mareşal) Kâzım Paşanın 13 yaşındaki oğlu peşine takıp orada burada dolaştırıyordu. Çocuk, o yaşma rağmen, iki derece terfi ettirildi. 200 altın da mükâfat aldı (1).

 

Saraya davet olunduğum zaman, ayrıca, mabeyine (saraya) bağlanıldığım da tebliğ edildi. Bu suretle yaver kordonu takacaktım. Bu lütfü reddettim. Kıtama döndüğüm zaman ise, harpteki gayretlerle ve bu iltifatlara rağmen, beni aktif vazifemden aldılar ve Redif sınıfına (yedek ordu sınıfı) naklettiler. Debboy (ambar) memuru yaptılar. 1903 senesine kadar debboy memuru kaldım...»

 

Niyazi Beyin Hatıratı, II. Abdülhamit’in «Eşi görülmemiş asrında» ordunun iç halini aksettiren, daha pek çok sahnelerle devam eder (1).

 

 

(1) Enver Paşa, daha sonra vereceğimiz hatıralarında, 10 yanında saray albaylarından bahseder. - Ş.S.A.

 

(2) Hatırat-ı Niyazi. 1910. İstanbul.

 

 

390

 

Evet, yollarda ve İstanbul’da gördükleri ve hele saray, geleceğin Hürriyet Kahramanı Niyazi Beyin üzerinde hiç de iyi etkiler yaratmadı. Sarayın havası, öyle anlaşılıyordu ki, tiksindiriciydi. Daha 13 yaşında yüzbaşı, binbaşı rütbesine ulaşmış paşazadeler, iki yüzlü insanlar, Makedonya’nın kanlı, fakat temiz dağ havalarında yetişmiş ve daha harbin ilk kademesinde rütbe, nişan kazanmış bu geleceğin hürriyet kahramanı için, anlaşılır şeyler değildi. Evet, bir saray vardı. Ama bu saray, başka türlü bir yerdi. Meselâ Abdülhamit sarayındaki zenci, Harem Ağası Gani Ağanın saraydaki mevkii, paşalardan, müşirlerden üstündü. Devlet yıllığında Gani Ağanın adı, saray teşkilâtının en başında ve saray müşiriyle beraber geçiyordu. Rütbesi Vezirdi. Vezirlik ise saltanatın en yüksek kademesiydi. Gani Ağanın devlet yıllığındaki adının hizasında, Devletin en büyük nişanları olan birinci dereceden Osmanî, birinci dereceden Mecidî gibi nişanlar sıralanmıştı. Bütün bunlar, geleceğin hürriyet kahramanının anlayacağı şeyler değildi.

 

* * *

 

YAVERLER ORDUSU:

 

Hele padişahın çevresini saran ve bir kısmı 13-15 yaşlarında oldukları halde, göğüsleri nişanlar, apoletleri yıldızlarla dolup taşan, bir kısmı da hantal, göbekli, beylerden, paşalardan kurulan bir Yaverler Ordusu vardı ki, bunların, ne işi, ne gücü, ne de faydaları vardı. Bunlar, birtakım dekoratif .yaratıklardı ki, selâmlıklarda, törenlerde, süsten mankenler gibi, padişahın yollarına dökülürlerdi.

 

Bir kısmının görevleri de, saray dışında ve hatta orduda, gözcülük noktalarına yerleştirilip, her Allahın günü saraya, şunun bunun aleyhinde jurnaller vermek, haberler uçurmaktı. Bu haberlerin doğru ve ciddî olması hiç de şart değildi. Elverir ki jurnaller yazılsın ve padişah ürkütülsün. Bu hizmetlerin bedeli derhal ödenirdi.

 

Sarayda padişahın evvelâ en yakınında, dört cins önemli Yaverleri vardı:

 

 

391

 

1. Yaver-i Ekrem (En büyük Yaver),

2. Yaver-i Harp,

3. Hususî Yaver,

4. Fahrî Yaver.

 

Bu Yaverler kadrosu 38 kişiyi buluyordu.

 

Ama bir kısmı İstanbul'da, bir kısmı taşralara ve ordulara dağıtılmış, rütbeli, kordonlu daha 441 Yaver vardı ki, bunlar çeşitli rütbeler taşıyorlardı. Bunların rütbelerine göre sayılarını verelim:

 

24 Birinci Ferik (Korgeneral),

29 Ferik (Tümgeneral),

51 Livâ (Tuğgeneral),

37 Miralay (Albay),

Kaymakam (Yarbay),

28 Binbaşı

37 Kolağası (Önyüzbaşı),

80 Yüzbaşı,

51 Mülazim-i Evvel (Üsteğmen),

18 Mülazim-i Sâni (Teğmen),

____________

441 Toplam (Her sınıftan).

 

Resneli Niyazi Bey, eğer sarayda kendisine münasip görülen Yaverlik vazifesini kabul etseydi, işte bu Yaverler ordusunun bir kulu da o olacaktı. Ama kabul etmedi ve derhal bir kenara itildi...

 

Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşaya gelince? Onun en yüksek Yaver olarak sarayda ayrı bir mevkii vardı. Onun vazifesi, daha ziyade, padişahın şahsî emniyeti için bir görünüştü. Çünkü selâmlıklara çıkarken padişahın arabasında onun karşısına oturur ve Osman Paşanın haklı itibar ve şöhretiyle, bu görünüşe bakarak kötü niyetlilerin, padişaha suikast teşebbüsletinin önleneceği düşünülürdü. Gazi Osman Paşa bu vazifesine, ömrünün sonuna kadar devam ettirildi...

 

* * *

 

 

392

 

Bütün bunların, 1876-1908 arası devrine, eşi görülmemiş maarif asrı denilmesi için hak vermeyeceği de tabiîydi.

 

Bu misallerden, yüzlerce, binlerce sıralayabiliriz. Zamana uyanların her biri, tabiî kulluklarının karşılıklarını almışlardır. Ama gerçeğe göz yummak, yani gaflet, olayların akışını durdurmaz. Nitekim Abdülhamit devrinde de durdurmadı. 1897’de ve güya Akdeniz’e çıkıp Yunanlılarla harp etmek için harekete geçirilen, ama o güne kadar üzerlerinde ve içerlerinde ancak tavuk yetiştirilen harp gemilerinin, daha Unkapanı Köprüsü ile Yeni Köprü arasında nasıl kazanların patladığının ve bütün harp boyunca, Çanakkale’den dahi çıkamayıp, tek gülle atamayan donanmanın hikâyesini biliyoruz. Ve meselâ bir topçu kurmayı olan îsmet İnönü, Topçu Okulunda ancak en eski tip mantelli toplarla talimler yaptıklarını, seri ateşli topları ise, kullanmasını bilen olmamak üzere, 1906’da Edirne’de bulduğunu anlatır.

 

Alman imparatorunun ziyaretlerinin sağladığı mavzer cinsi yeni silâhlardan ise, meselâ Harbiye mekteplerinde, o da mekanizmaları (şarjörleri), fişekleri olmamak üzere, ancak bazı nümuneler bulunurdu. Edirne Harbiyesinde, öğrencilerin kasatura, süngü taşıması yasaktı. Talimlerde kasatura, süngü yerine, siyaha, beyaza boyanmış kasatura taklidi ve ağaçtan şeyler taşınırdı. Silâhlı, ateşli, uzun süreli manevralar ise yasaktı.

 

Subayların, subaylıklarıyle gururlanması bile kısıtlanmıştı. Meselâ subaylar, kılıçlarının kemerlerini ceketlerinin altından bellerine bağladıktan sonra, kabzalarını da gene ceketlerinin altına saklamak zorundaydılar. Kılıçlarını sere serpe taşıyabilmek, ancak 1908 İhtilâlinden sonra mümkün oldu. Bu konulara arada ve şöylece değindikten sonra, şimdi mevzuumuza devam edebiliriz (1)...

 

* * *

 

 

(1) Yukardan beri gelen bahislerin hikâyesi, niçin daima II. Abdülhamit mihveri üzerinde düğümlenir? Bu bahislerde gelişmeler ve olaylar, niçin daima II. Abdülhamit ismi üstünde toplanırlar? Bu hal, bu bahisleri incelerken bir peşin hükmün, bir sabit fikrin, bir Abdülhamit allerjisinin eseri midir? Yoksa, gelişmelerin ve oluşların temel şartları ve safhaları mı bizi kaçınılmaz bir zorunlulukla bu hükümlere bağlar?

 

Bu soruların cevapları, burada ayrıca belirtilmeyecek kadar açıktır. Hayır, incelemelerimizde kendimizi, birtakım ruhî allerjilere, antipatilere ve önceden verilmiş hükümlere dayanarak bir Abdülhamit suçlaması kompleksine kaptırmadık. Tarihî bahisler üzerinde yazarlığın ilk şartı olan gerçekçiliğe, sübjektif ölçülerden kaçınmaya ve olaylara, belgelere bağlı kalmaya daima dikkat ettik. Gelişmelerin mütalaasında objektif kalmak kaydına daima önem verdik. Ama, yazarın da bir hüküm hakkı vardır.

 

Yani, bizim de bir yazar olarak görevimiz, kendi gücümüz ve görüş ölçülerimiz içinde ele aldığımız şartların, olayların ve havanın, yani, atmosferin işlenmesidir. Konumuza giren şahsiyetler ve ele aldığımız devrin baş sorumlusu olan Sultan II. Abdülhamit hakkında hükümlere varmaktır. Bunu yaparken, ne onların şahsiyetlerinde olmayan vasıfları kendilerine izafe etmeye, ne de onların şahsiyetlerinde, şartların, olayların, atmosferin akışına etkili olan vasıfları görmemeye hakkımız yoktur. Geniş okuyucu kitlelerine hitap etmeyi hedef tutan bu eserimizde, daima ve dikkatle bağlı kalmaya çalıştığımız prensibimiz budur.

 

Bunun için, yazılarımızın ve incelemelerimizin çerçevesini dikkatle bu hedef kapsamında tutmak ve hükümlerimizi, ancak açıklayabildiğimiz nakillere veya belgelere dayamak, daima dikkat ettiğimiz bir husus oldu. Bu hususa daima bağlı kaldığımızı sanıyoruz.

 

Bu bahislerin ve genellikle bu cildin işlenmesinde II. Abdülhamit’in daima ve ısrarla yer alışının sebebi ise açıktır. Çünkü eserimizin bu cildi, 1876-1908 arasını kapsar. Bu devre ise, Abdülhamit’ in saltanat devridir. Yani, bu devrede Sultan II. Abdülhamit, oluşların ve neticelerin daima ortasındadır. Ve dolayısıyle hadiselerin tabiatıyle baş aktörü ve söz sahibidir.

 

Kaldı ki Abdülhamit, eserimizin asıl konusunu teşkil eden ve İkinci Meşrutiyet devrinin önde gelen kahramanı olan Enver Paşa ve devrinin de şartlarına ve dolayısıyle akıbetine, aslî bir faktör olarak müessir olmuştur. Daha doğrusu, yakın tarihimizde yalnız kendi devrinin değil, kendinden sonraki devrin ve hatta imparatorluğun nihaî çöküşünün, tasfiyesinin de ilk planda sorumlusu, II. Abdülhamit’tir demekte bir hata olmasa gerektir.

 

Şartların gelişmesine ve olayların akışına, yalnız bu kısa eserin çerçevesi içinde dahi dikkatli bir bakış, bu tarihî gerçeği, öyle sanıyorum ki, doğrular.

 

Böylece, yazarın okuyucusuna karşı gerekli gördüğü ve okuyucuda doğal olarak uyanması mümkün olan bir Sual-i Mukadder’i, tabiî ve kaçınılmaz soruyu burada cevaplandırdığımızı sanıyoruz.

 

 

393

 

İMPARATORLUĞUN TASFİYESİNDE KOPUŞLAR ZİNCİRİ:

 

Tunus:

 

1876'da, yani II. Abdülhamit'in tahta çıktığı zaman, Osmanlı hükümranlığı altında bulunan Beyleri, padişah tarafından tayin edilen Tunus'un, imparatorlukla bağıntısını nasıl kestiğine, bu kitabın Mithat Paşanın serüvenini anlatırken değinmiştik. Çünkü Tunus'la, devletin ilişkilerini sıklaştıran bir anlaşma imzalanmıştı. Buna rağmen Tunus’un Fransa ile bir «Himaye Antlaşmasından sonra, Fransız işgaline geçişinde, Mithat Paşa meselesinin etkisi olduğu daima yazılır. Bu etki; şimdi biraz değineceğimiz gibi Abdülhamit'in,

 

 

394

 

tevkifinden önce İzmir’de Fransız Konsolosluğuna sığman Mithat Paşanın iadesi karşılığında, Tunus’un Fransız işgaline geçmesine göz yumduğudur. Bu suretle Tunus Beyliği, imparatorluktan kopmuş oluyordu.

 

Evet, Tunus’un Fransa’ya katılmasına Abdülhamit’in, Mithat Paşayı ele geçirebilmek pahasına göz yumduğu daima söylenmiş, yazılmıştır. Acaba bu mesele ne dereceye kadar doğrudur?

 

İtiraf etmeli ki, bütün yaygın, hatta yerleşmiş kanaatlere rağmen, bu konu üstünde gerekli belge, evvelce elde mevcut değildi. Fakat bu sayfaların yazıldığı sırada yayınlanan bir eser, konuyu tekrar canlandırmıştır. Bu eser, Mithat Paşa ve Tunus davası ile, Fransa’nın ve Abdülhamit’in karşılıklı, fakat gizli kalmış ilişkileri üzerinde, şimdiye kadar bilinmeyen gerçeklere, yeni bir ışık tutmuştur (1).

 

Adı geçen eser, evvelâ ve baştan sona, o zaman büyük dünya devletlerinden sayılan ve Osmanlı imparatorluğunun siyaset ve mukadderatında müdahaleleri bulunan Fransa’nın,

 

 

(1) Bu eser, dışişleri görevlilerinden Bilâl N. Şimşir’in: Fransız Belgelerine Göre, Mithat Paşanın Sonu isimli kitaptır. Kitap, Bilâl N. Şimşir’in 1962-1966 yıllarında, Paris Elçiliğinde görevli bulunduğu sıralarda, Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivlerindeki araştırmalarına dayanır. Bu sebeple bir belgeler kitabıdır; belgelere yazarın izahları ve açıklamaları eklidir.

 

 

395

 

Mithat Paşa davası ve meseleleri dolayısıyle, kısacık bir zaman içindeki karar veya kararsızlıklarının, utanılacak kaypaklıkların belgelerini açıklar. Gerçi Yazar, nazik ve müsamahalıdır. Ama, gerçek olanı da, açıklamaktan esirgemez.

 

Bü kitabın gerekli bahislerinde temas ettiğimiz olay malumdur: Tahta geçmesinden kısa bir zaman sonra Meşrutiyeti kaldıran, Meclisi kapatan ve fazla olarak büyük topraklar kaybetmek pahasına da olsa Berlin Konferansının neticeleri ile Sulh devrine giren padişahın artık kaygusu, kendi mutlak iktidarını pekiştirmektir. Hem Tanzimat akımlarından, hem Genç Osmanlıların kalıntılarından ve bütün bunların başında «la Mithat Paşadan kurtulmaktır.

 

Çünkü Mithat Paşa, bir güçlü şahsiyettir. Ve padişaha karşı, «Ben, sizden evvel, vicdanıma ve millete karşı bağlıyım» diyebilen bir insandır.

 

Nihayet Mithat Paşaya karşı bir dava icat edilir. Mithat Paşa ve bir grup insan, Abdülaziz’i öldürmekle suçlanacaklardır. Bu dava, Fransız belgelerinde, «hakikî bir rezalet» olarak vasıflanan Yıldız Mahkemesidir (Belge 12).

 

Mithat Paşa bir şeyler sezinler. Kuşkudadır ve tam konağı sarılıp tevkif edileceği sırada bir yolunu bularak Izpcıir Fransız Konsolosluğuna sığınır. Sığınma, kabul edilir. Hatta Fransız Konsolosu, bütün konsolosları toplayarak, Mithat Paşanın sığınma hakkını müttefiken kabul ve onun korunmasını müttefiken garanti ederler (17-19 mayıs 1881).

 

Ondan sonra bir yazışma silsilesi başlar. Gerçi Fransa, ilk anda insan haklarının, hürriyetin kahramanı pozundadır. Ama Abdülhamit de boş durmaz. İşte bu sırada, İzmir’le Fransız Sefareti ve Sefaretle Paris arasında art arda yazışmalar geçer. Abdülhamit de kozunu oynar. O da ağlarını örer. Fransız Sefirine evvelâ, «Mithat Paşanın bir adi suçlu» olduğu formülünü duyurur. Ama bu kâfi değildir. Ve aynı 18 mayıs günü II. Abdülhamit:

 

«Tunus meselesinin, iki memleket arasında, geçici bir bulut (Un magne qui passerait) olduğunu» (Belge 10 ve fotokopisi)

 

 

396

 

dolaylı yoldan elçinin kulağına eriştirir. Sefarete de, önemli yaverlerden biri gönderilmiştir. Ve Fransız Sefiri, bu sefer kendi Hariciye Nazırına şu telgrafı çeker:

 

«Bazı emareler (işaretler) bana, Sultanın Tunus meselesini, daha sükûnetle düşünmeye başladığını göstermektedir.»

 

«Certains indices me donnent à penser que le Sultan commence à o envisager avec plus de edime Uaffeaire de Tunisie.» (1).

 

Garip değil mi? O güne kadar uğraşılmaz görünen bir mesele, tam Mithat Paşanın Fransız Konsolosluğuna sığındığı gün, birden iki tarafın da akima yatar gelir. Ve Hakan Abdülhamit, bu meseleyi daha sükûnetle düşünmeye başlar!..

 

Fransız Hariciye Nazırının da dili değişmiştir. Hulâsa Mithat Paşa, Sultanın pençesine teslim edilir. Ve ardından sarayla Fransız Sefareti ve Fransız Sefareti ile Paris arasında her biri birbirinden enteresan yazışmalar başlar. Meğer ki sultanın Tunus meselesinde Fransa'yı protestosu bir «gösteriş»miş! «Dünya Müslümanlarma karşı tutumunu kurtarmak içimmiş! Bu haberi saray, Fransız Elçisine bildirtir (Belge 10). Hulâsa ve yukarda adını verdiğimiz kitapta yer alan belgelere göre bu iş Türkiye ile Fransa arasında, bir «ucuza alışveriş» şeklinde iki taraflı bağlanır gider. Ve Abdülhamit, artık bir Tunus meselesiyle uğraşmaz...

 

* * *

 

Bizim Tunus'a kuvvet göndermek suretiyle ilgimiz, Kanunî Sultan Süleyman zamanında başladı. 1574'te Tunus işgal edilmişti. 1881 tarihine kadar bu ülkede Osmanlı hâkimiyeti, evvelâ fiilen ve XIX. yüzyılda şeklen devam etti. Ama Abdülhamit tahta geçtiği zaman Tunus, gene Osmanlı ülkesi parçalarından biri sayılıyordu. 1864'te çıkan bir ihtilâl sonunda Tunus’ta gerçi Fransız nüfuzu artmaya başlamıştı.

 

 

(1) Ministere des Affaires Etrangâres, Documents Diplomariques Français (1871-1919). I ere Serie (1871-1900). Tom IV. 13 Mai 1881 - 20 Fevrier 1883.

 

 

397

 

Fakat 1871 harbinde Fransızlar, Avrupa’da yenilince, Tunuslu Hayrettin Paşa, Tunus’un Osmanlı devletiyle olan bağlarını güçlendirdi. Hatta 1872’de Tunus, Sultan Aziz’in bir fermanı ile, idaresi Mehmet Sadık Paşa ve evlâdına tahsis edilen bir emaret haline getirildi. Nihayet ve 1830’dan beri Cezayir’e yerleşmiş olan Fransa, bazı sınır kavgalarını da vesile ederek, 1881’de Tunus’u işgal etti. Abdülhamit’in bu işgale karşı usulen protestolarda bulunmak, hatta Tunus’a asker gönderecekmiş gibi davranışlarda bulunmakla beraber, ciddî bir harekete geçilmedi. Abdülhamit bu işi kurcalamadı. Fransızların Mithat Paşayı Abdülhamit’e teslim etmelerinin bir karşılığı Tunus’la ödenmiş oldu. Mithat Paşa, o yıl tevkif ve mahkûm edilerek Hicaz’a Taif zindanına gönderildi. Ve 1884’te orada boğduruldu. Hulâsa Tunus, Abdülhamit devrinde, imparatorluktan kopan parçalar arasına, böylece karışmış oldu.

 

Mısır'ın îngilizler tarafından işgali:

 

Fakat Osmanlı Afrikasında asıl önemli olaylar Mısır’da cereyan etti. Tunus’un Fransa’ya geçişi, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden yenilgiyle çıkan ve 1878 Berlin Antlaşması’yle, ülkesinden büyük parçalar kaybeden II. Abdülhamit’in itibarını, beklenenden daha fazla sarstı. Bu sarsıntı bilhassa, İslâm memleketlerinde hissediliyordu. Ama zaten kendileri esir durumda olan Müslümanlar ve İslâm âlemindeki ruhî tepkilerden ziyade Avrupa’da, Osmanlı imparatorluğundan her isteyenin bir şeyler koparabileceği yolundaki görüşler, kanaatler güçleniyordu. Bu siyasî gelişme içinde devletin ilk nüfuz kayıpları ve dolayısıyle yabancı ihtiraslar, Mısır’da hissedildi.

 

Mısır’da Süveyş Kanalı 16 ekim 1869’da büyük bir ihtişam içinde açılmıştı. Fakat Mısır Hidivi İsmail Paşa da, hesapsız israfları, idaresizlikleri yüzünden 1879’da mevkiini kaybetmiş, azledilmişti. Ondan sonra Avrupa’nın çeşitli payitahtlarında talihini deneyen, fakat hiç bir destek bulamayan İsmail Paşa, İstanbul’a yerleşti. Ve memurlarıyle askerlerinin maaşlarını veremeyen Abdülhamit, ona çok yüksek bir maaş tahsis etti.

 

 

398

 

İsmail Paşa zamanında Mısır'ın dış borçları 30 misli artmıştı. Borçlandırma yöluyle sömürgeleştirme, Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi, Mısır'da da, bütün şekilleriyle işliyordu. Bu böyle olunca da Mısır'da Osmanlı imparatorluğunun şeklî hâkimiyetinin yerini, pek çabuk yabancı ve bilhassa îngiliz nüfuzu ve kontrolü aldı. Bu arada İsmail Paşa, Süveyş Kanalı’nın Mısır hâzinesine ait olan 176.602 adet hisse senedini de îngilizlere yok pahasına kaptırdı. Böylece İngiltere, Mısır'da, artık Süveyş Kanalı'nın malî kontrol yoluyle de söz sahibi oluyordu...

 

Bu gelişmeler karşısında Abdülhamit, uzaktan seyirci olmaktan başka bir şey yapamıyordu. İngiltere ise, Hindistan'ı işgal ettiği günden beri bu büyük sömürgesine, Ortadoğu yolu ile bir tehlike gelmemesinin daimî uyanıklığı içindeydi. Bu sebeple, hatta Süveyş Kanalı'nın da yıllarca inşasını engelledi. Ama artık Kanal yapıldıktan sonra, onun için yapılacak iş, Kanalın kontrolünü elinde tutabilmekti. Eski Mısır Hidivi İsmail Paşaya ait hisse senetlerinin îngiliz hükümetince saftın alınması, bu kontrolün malî, İktisadî cephesini sağlıyordu. Fakat Kanalın bilfiil ve asker gücüyle kontrol altına alınması. Mısır’ın işgalini gerektirdi. Olaylar ve gelişmeler ise, buna hızla zemin hazırlıyordu...

 

Eski Hidiv İsmail Paşanın, aşırı masrafları ve israfları yüzünden iflâs haline gelen Mısır'ın başından uzaklaştırılmasından sonra, yerine gelen Tevfik Paşa, muvazeneli bir insandı. Perişan olan Mâliyeyi ıslah için ilk iş olarak tasarruf tedbirlerine baş vurdu. Gerçi yabancı müşavirler, astronomik maaşlar alıyorlardı. Ama, onlara pek dokunulamazdı. Onun üzerine orduya el atıldı. Ordu 50.000 kişiden 15.000 kişiye indirildi. Bu suretle ise, o nispette subaylar tasfiyeye uğradılar. Birçok subaylar işsiz kaldılar. Tasfiyede, tabiî bazı haksızlıklar da oldu. Ve pek çok subay, birikmiş maaşları verilmeden açığa çıkarıldılar. Hulâsa orduda ve ordudan çıkanlarda, memnuniyetsizlik, galeyan baş gösterdi, işte Arabî Bey isimli bir albay, bu safhada, olaylardan memnun olmayan ve fazla olarak Çerkeş asıllı subayların, yerli subaylar aleyhine korunduklarını gören askerlerin başına geçti.

 

 

399

 

Hidive karşı diretmeye başladı. Harbiye Nazırı azledildi.

 

Bil kolay başarılar, Arabi Beye cesaret vermişti. Bir gün Hidiv, Arabi'nin vazifesini değiştirip, onu merkezden uzaklaştırmak isteyince, Arabi Bey, tesiri altındaki askerleri silâhlandırarak 3 eylül 1881'de saray meydanını işgal etti. Hidivden hükümetin çekilmesini istedi. Ve bazı diğer isteklerde bulundu. Bu istekler de kabul olununca, Arabi Bey, artık fiilen ülkeye hâkim gibiydi.

 

tngilizler ise, olayları tahrik ve Arabi Beyi himaye eder görünüyorlardı. Nihayet ve hem de İngilizlerin tavsiyesi üzerine, Arabi Bey, evvelâ Harbiye Nezareti Müsteşarlığına, sonra da Harbiye Nazırlığına tayin edildi. Paşa oldu. İşte işe iyi niyetle başlayan, heyecanlı ve hayal gücü hareketli bir insan ve Mısır'ın da yerlisi olan Arabi Paşa, bu suretle iktidarın en güçlü adamı oldu. Ama, gerçekleri iyi değerlendiremeyen heyecan ve hayal gücü, onu kısa bir zamanda Mısır'ı İngilizlere kaptırmak talihsizliğinden kurtaramadı.

 

Evet, Mısır'da bir Arabi Paşa belirmiş ve bu heyecanlı, fakat realiteleri ölçmekte zayıf olan genç lider, Mısır'da beliren Millî Parti’nin başına da geçmiş:

 

«— Mısır, Mısırlılarındır!»

 

sloganı ile, bir aralık bütün gidişata hâkim gibi görünmüştü. Yabancı alacaklıların haklarını korumak bahanesiyle Mısır'ın dahilî işlerine karışan yabancı memur ve müşavirlerden Mısır'ı kurtarmak ve Mısır ordusunu, kendince güçlendirmek istiyordu. Ama, tecrübe ve mantık gücü zayıftı. Memleket, karışıklığa gidiyordu. Ve tngilizler, bu karışıklığı boyuna tahrik ediyorlardı. Bundan ürken Babıâli, yani İstanbul hükümeti, bir aralık işlere müdahale etmek dahi istedi. Ama İngiltere, bu müdahaleye karşıydı. Ve elini çabuk tutmak lâzım geldiğini anlıyordu. Arada Fransa da İngiltere'yle beraber fiilî müdahalelere karışmak istiyordu. İngiltere, Fransa'yı da oyalayarak iş görmek peşindeydi.

 

Nihayet 20 mayıs 1881'de İngiliz ve Fransız filoları, İskenderiye önüne geldiler. Arabi Paşa da savunma tedbirleri alıyordu.

 

 

400

 

Ama ordusu, bu iş için hazır ve yeterli değildi. Nihayet beklenen karışıklıkların belirtileri başladı. Yabancı gemiler de gittikçe sahile yaklaşıyorlardı. O sırada İstanbul'da ve şekli kurtarmak için, bir muhtelit komisyon, neticesiz bazı müzakereler yaptı. İngiltere bir taraftan Abdülhamit’ten Mısır'a asker gönderilmesini ve müşterek hareket ister gibi de göründü. Aslında, bu hareket bir Osmanlı mülkü olan Mısır'ı, Osmanlıları öne sürerek işgal etmek, bütün itirazları kesmek içindi. İngiliz işgalini maskelemek ve kolaylaştırmak içindi. Harekete İstanbul katılmadı ama, Mısır'ın kapılarını da İngilizlere açık bırakmış oldu.

 

Nihayet İngiliz filosu, 11 temmuz 1881'de İskenderiye üzerine ateş açtı. İngilizlerin, nice zamandır hazırladıkları Mısır işgali hareketi, artık başlamış demekti. Nitekim bombardımanı, İngilizlerin karaya asker çıkarmaları takip etti. Babıâli, gene notalara, protestolara girişti. Ama netice değişmedi. Müdafaasız bir şehri topa tutan ve şehirde üç gün üç gece devam eden yağma ve kıtallere de seyirci kalan İngiliz Visamirali Seymur’u, İngiltere, amiralliğe yükseltti. Seferin tekmil masraf ve tazminatı ise, Mısır'a yükletildi. Ve Mısır'a, 15.000 kişilik bir İngiliz ordusu sevkedildi. Osmanlı devletinin bir aralık Mısır'a asker göndermesini isteyen İngiltere, bu defa, böyle bir teşebbüs ve ihtimale karşı olduğunu da ilân etti. Ama aynı İngilizler, Abdülhamit'ten, Arabi Paşa aleyhinde ve bütün İslâm âlemine hitap eden bir suçlama beyannamesi almayı başarmışlardı. Ve bunu, bütün İslâm âlemine yayınladılar.

 

Nihayet İngiliz ordusu, 15 eylül 1881'de Kahire'ye girdi. Arabi Paşa ve yakın arkadaşları, bir harp divanında muhakeme edilerek idama mahkûm edildiler. Maamafih İngilizler, bu hükmün yerine onları, Hindistan'ın cenubundaki Seylân Adası’na sürdüler. Arabi Paşa hikâyesi de böylece bitti. Ve Mısır, güya gene Osmanlı hâkimiyetinde sayılmak üzere, fiilen ve tamamen İngiliz işgali altına girdi. Yani, imparatorluktan koptu. 1883'te İngiltere, Mısır'da lüzum gördüğü müddetçe kalacağını, resmen ilân etti.

 

Artık Süveyş de askerî kontrol altına alınmış oldu.

 

 

401

 

İngiliz imparatorluğunun büyük mücevheri olan Hindistan, Ortadoğu üzerinden, artık her türlü tehlikeden kurtulmuştu...

 

1908'de Genç Türkler ihtilâli olduğu zaman Mısır, Osmanlı mülkü olarak ve bir «Mümtaz eyalet», yani imtiyazlı bir vilâyet olarak görünüyordu. Ama gerek Mısır, gerek Mısır'ın güneye doğru bir devamı olan Sudan, artık fiilen bir İngiliz sömürgesiydiler.

 

* * *

 

Mısır'ı îngilizlerin işgali ve bu suretle Mısır'ın Osmanlı hükümranlığından kesin olarak kopuşu, imparatorluğun XIX. yüzyıl sonunda yaşadığı olayların önemlilerinden biri olarak yakın tarihimizde yer alır. Çünkü Kıbrıs'ın ardından Mısır'ın bu suretle gidişi, bilhassa Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra ayrı bir önem kazanan Ortadoğu, devletin büsbütün arka plana itilişiydi. Ortadoğuda kontrolün, o zaman dünyanın en güçlü devleti olan İngiltere’nin eline geçişi demekti. Bu halin ise, Birinci Dünya Harbinde ve bu harbin sonunda, imparatorluğun akıbetine ne kadar müessir olduğu malumdur.

 

Bütün bu sebeplerle, Mısır'ın işgali, bu devre bağlı tarihî araştırmalarda, içeride ve dışarıda önemli surette yer alır. Yani Mısır meselesine dair edebiyat zengindir. Nitekim bu arada ve o devrede hükümetin başında veya çevresinde bulunan devlet adamları arasında da Mısır işi sonradan, bazı tartışmalara yol açmıştır. Meselâ Meşrutiyetten sonra ve sadrazamlardan Sait Paşa ile, sadrazamlardan Kâmil Paşa arasındaki tartışmalar bu arada zikredilebilir. Kâmil Paşanın hatıralarında, Sait Paşayı suçlar mahiyette görülen yazılarına karşı, «Sait Paşanın Kâmil Paşaya Cevapları»nda (1) Sait Paşa, hem olayları açıklar, hem de konuyle ilgili belgeleri neşreder. O devre, Kâmil Paşa, Sait Paşa, Abdurrahman Nurettin Paşa gibi eski sadrazamları alâkadar etmekle beraber, sahnede asıl karar sahibinin Sultan II. Abdülhamit olması, bu şahsiyetleri elbette ki, arka planda bırakır.

 

 

(1) Sait Paşanın Kâmil Paşaya Cevapları. 1909. Tanin Matbaası.

 

 

402

 

Bu tartışma, yazışma ve hikâyelerin uzun ayrıntıları, bizim konumuz dışında kaldığı ve burada bahsimiz sadece, Abdülhamit devrinin başlıca pürüzlü meseleleri ve ülkeden önemli kopuşlar olduğu için, mevzu üzerinde daha fazla durmayacağız.

 

Ancak şu kadarını tekrar edeceğiz ki, kudret ve hazırlıkları ne olursa olsun, aslında bir Mısır yerlisi olan ve gerek Mısır Hidivliğinin, gerek onun etrafında yer alan yabancı sömürgenlerin israf ve yağmalarına karşı:

 

«— Mısır, Mısırlılarındır!»

 

bayrağı altında ayaklanan bir Mısır subayına, yani Arabi Paşaya karşı ve tngilizlerin teşvikiyle Abdülhamit’in dünyaya ve Islâm âlemine bir kötüleme beyannamesi yayınlaması, hazin bir haldir. Aynı suretle ve bir aralık bu yerli vatansevere karşı, hatta İngilizlerle elbirliği yaparak Mısır’a Osmanlı askeri gönderilmesi yolunda girişilen müzakereler de fenadır. Kaldı ki îngilizler bu askerin şevki için, padişahın evvelâ bu suçlama ve kötüleme belgesini yayınlamasını şart koştular. Fakat beyanname yayınlandıktan sonra Mısır’a Osmanlı askeri gönderilmesine, şiddetle karşı çıktılar. Bizim için Mısır hâkimiyetimizin son safhası budur...

 

Mısır meselesini özetlerken, 1902-1906 arasında meydana gelen ve bir aralık Yüzbaşı Mustafa Kemal’in de mahallinde askerî mümessil veya müşavir olarak katıldığı Akabe işi üzerinde ayrıca durmuyoruz. Akabe, Sina Yarımadası’nın Akabe Körfezi sonunda bir şehrin adıdır. Şimdi körfezin bu köşesinde, Mısır, İsrail ve Ürdün sınır çizgileri birleşir. Yukarda verilen tarihler arasında bu nokta, îngilizlerin bazı yerleşme teşebbüsleriyle, Osmanlı ve İngiliz devletleri arasında tartışma konusu oldu. Çölde ufak tefek işgal ve karşılıklı çabalar cereyan etti. Abdülhamit bir aralık ve bazı teşebbüsleriyle, tekmil Sina Yarımadası’nın Mısır’a ve İngiliz işgaline aidiyetini tanımaz gibi vaziyetler aldı. Ama Sina Yarımadası, îngilizler için mühimdi. Çünkü Süveyş Kanalı’nın doğusunu, Sina Yarımadası teşkil eder. Ve Süveyş Kanalı’nın kontrolü, ancak bu yarımadanın mülkiyetiyle tamamlanır. Bu sebeple îngilizler, Akabe meselesine önem verdiler. Netice, tabiî îngilizlerin dedikleri gibi oldu.

 

 

403

 

Birtakım şeklî ve diplomatik temas ve yazışmalarla, mahallî karşılaşmalar sonunda, Sina Yarımadasında Mısır ve dolayısıyle İngiliz nüfuzu, yerleşti gitti...

 

* * *

 

GİRİT MESELESİ:

 

Abdülhamit devrinin, ta Berlin Antlaşmasından, hatta Kırım Harbi sonundan beri süregelen ve 1908 İhtilâline de, aynı suretle çözümlenmemiş olarak intikal eden önemli davalarından biri de Girit meselesidir.

 

Girit, Doğu Akdeniz'dedir. Bu denizin en büyük adasıdır. 8618 kilometre kare üzerinde o vakit, 310.000 kadar nüfus yaşatıyordu.

 

İlkçağda Girit; eski Mısır, eski Yunan ve eski Ege, yani tarihin en önemli üç uygarlık üçgeni arasında, merkezî bir yer alıyordu. Hatta bugün bile yaratıcılarının kimlikleri, ırkları, dilleri çözülemeyen, ama Knosos uygarlığı şeklinde hakikaten üstün medeniyet eserleri bırakan Girit, bütün tarih boyunca Doğu Akdeniz'in, en önemli uğrak ve dayanak yerlerinden biri oldu. Girit'e kim hâkim olursa, Doğu Akdeniz'de onun hâkimiyeti sağlam bir temele dayanabilirdi. Hele bu Girit hâkimiyeti, gene Doğu Akdeniz'de bir büyük ada olan Kıbrıs hâkimiyetiyle pekişirse, bu adaları elinde futan millet için bunun önemi, kendiliğinden anlaşılır. Nitekim Kudüs’ü kurtarmak bahanesiyle Ortadoğuya saldıran Latinlerin veya varislerinin en önemli dayanak noktaları da Girit ve Kıbrıs oldu.

 

Osmanlılar, Girit’in fethini, 1564-1569 arasında sağladılar. Ama bununla Girit'in tamamen fethi kabil olmadı. Fetihlerimizin en sıkıntılı ve uzun safhası olan, 20 yıl kadar süren muharebeler, daha sonra da devam etti. Fakat, hem Anadolu’yu korumak, hem Osmanlı Afrikasım elde tutabilmek için, Girit ve Kıbrıs'a (fetih tarihi 1570) muhtaçtık. Gerek bu adalar, gerekse Rodos ve diğer Akdeniz adaları alınınca, Anadolu ve Kuzey Afrika'nın hâkimiyeti sağlanmış oldu.

 

Girit'te halkın çoğunluğu Rum olmak üzere Müslümanlar da yaşıyordu. Ve Abdülhamit devrine kadar Girit, bazı isyanlara sahne olmakla beraber, fiilen Osmanlı valileri ve askerleri elindeydi.

 

 

404

 

Ancak 1868 yılından sonra ve biraz da Kırım Harbini takip eden yabancı tavsiyeler üzerine Babıâli, Giritlilere bazı imtiyazlar sağlayan bir ferman yayınlamıştı. Bu fermana göre Giritlilerin bir Umumî Meclisi oldu. Mecliste üye çoğunluğu Hıristiyanlardaydı. Bu ferman, Girit'te, yabancı konsolosların oturduğu Halepa’da 1878'de yabancı büyük devletlerin de tadil ve tasdikiyle, Halepa Fermanı adını aldı.

 

Fakat buna rağmen, Umumî Mecliste Türk vali arasında pek de anlaşma sağlanamıyordu. Anlaşmazlıklar sürdü gitti. Bunun üzerine Giritliler, adaya bir Hıristiyan vali tayinini istediler. Abdülhamit, istemeyerek razı oldu ve adaya Rum Karatodori Paşa tayin edildi (1895). Bu sefer de askerler ve îslâmlar direttiler. Nihayet Girit’e yabancı büyük devletler, 1896’dan itibaren müdahaleye başladılar. Halepa Antlaşması ise, fiilen feshedildi. Bütün Giritliler de, bir taraftan silâhlanıyorlardı. Hanya’da Islâmlarla Hıristiyanlar arasında kanlı çarpışmalar baş gösterdi. Hükümet asker yolladı. Büyük devletlerin bir kısmı da Girit’e harp gemileri gönderdiler. Arada ve ada Rumları arasında, İngiltere’ye katılmak için bir cereyan bile baş gösterdi. Kıbrıs ve Mısır’dan sonra Girit de İngiltere’nin eline geçecek demekti. Buna diğer devletler razı olmadılar. Hıristiyan ve Müslümanlar arasında kanlı karışıklık ve çatışmalar ise sürdü gitti. Bütün bu gelişmelerin arkasında, asıl fırsatı bekleyen Yunanistan’dı!

 

Yunanistan, Berlin Antlaşmasında ve Osmanlılarla harp halinde olmadığı, hiç bir yerde tek kurşun atmadığı, tek damla kan dökmediği halde, Avrupa büyük devletlerinin iltiması ile imparatorluktan topraklar almıştı. Teselya bölgesinde 250 bin nüfus barındıran 3.000 küsur kilometre kare arazi, Yunanistan’a verilmişti. 1897 Osmanlı-Rus harbinde ise, Osmanlılar galip gelmek ve Yunanistan yenilmekle beraber, sulh antlaşmasında gene Yunanlılar lehine sınır tashihleri yapıldı. Bu defa Girit’te iş karışınca, Yunanlılar şimdi de Girit’e, içinde sivil subaylar da olduğu halde gizlice, evvelâ 10.000 tüfek, toplar ve 70.000 fişek çıkardılar.

 

 

405

 

Babıâli ile yabancı devlet arasındaki devamlı temas ve anlaşmalar, ciddî bir uygulama imkânı bulamıyordu. Girifte ise Yunan albayı Vasos, artık açıktan açığa teşkilâtlandırma hareketlerinde bulunuyor, Yunan harp gemileri zaman zaman adayı yokluyordu. Hulâsa zaman, Yunanlılar için çalışıyordu.

 

Her gün biraz daha karışan, biraz daha kanlı boğuşmalara sahne olan ve böylece ta 1908 İhtilâline kadar gelip, bu ihtilâli yapanlara kanlı, pürüzlü bir miras olarak intikal eden Girit meselesinin bu karışık gelişme safhaları üzerinde burada uzun uzadıya durmak, elbette ki konumuz dışındadır.

 

Büyük devletler ise Girit meselesinde ve kendi aralarında müşterek görüş sahibi değillerdi. İngiltere, bin bir entrika çeviriyordu. Onun endişesi, Girit, Yunanlılara geçerse, artık İngiltere’nin bir daha buraya yerleşmesi mümkün olmayacağı merkezindeydi. Ama Osmanlıların da güçlenmesini istemiyordu. Hulâsa, bir aralık Girit, sembolik olarak, müşterek ve geçici bir işgal statüsüne tabi tutuldu. Yunanistan ve Hıristiyan Giritliler ise, adanın bir an önce Yunanistan’a ilhakını istiyorlardı. İşte ve daha sonra Yunanistan’da, Büyük Yunanistan, Megalo îdea fikrinin en güçlü siyasetçisi ve icracısı olarak sahneye çıkacak olan Giritli Elefterya Venizelos, bu sert, kanlı, çatışmalı gelişmeler içinde yetişiyordu. 1908’de Genç Türkler Girit’i bu halde, fakat fiilen Yunanlıîaşraış olarak buldular. Venizelos ise karşılanndaydı. Ve hayatının büyük macerasına başlıyordu...

 

* * *

 

Abdülhamit devrini işgal eden ve neticede hepsi de çözümlenmemiş, pürüzlü meseleler halinde Meşrutiyet devrine devredilen diğer meseleler üzerinde ayrıca durmayacağız. Bu arada bilhassa Yemen meselesi ve ardı arası gelmeyen Yemen çarpışmaları, bittabiî en başta gelir. Hicaz meseleleri ve bu arada çeşitli Vehâbi isyanları da bahsimizin dışında kalacaktır. Şeklî hükümranlığımız altında bulunan Basra Körfezi emirliklerine, Küveyt’in, Bahreyn’in kaybına da keza girmeyeceğiz. Çeşitli vesilelerle sadece değindiğimiz 1897 Osmanlı-Rus harbini ise, bu kitabın konusu dışında sayıyoruz.

 

 

406

 

Fakat Abdülhamit devri ve onun hele dış münasebetleri bakımından yakın tarihimizi işgal eden ve hepsi de sonunda Osmanlı devletinin, yabancı baskılar karşısında baş eğmesiyle biten davaları, bilhassa malî, İktisadî tabiiyet sahnelerini ise, daha önce ve yeteri kadar işlemiş bulunuyoruz. Şimdi artık, Abdülhamit devrinin her vesileyle önemini belirttiğimiz en çetin konusuna, yani Makedonya meselesine geçebiliriz.

 

O Makedonya meselesi ki, yalnız idare sefaletinin en” karışık tablosu değil, 1908 ihtilâlinin ve bu ihtilâli yapanların yetiştirici mektebi de olmuştur.

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]