Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

İKİNCİ KISIM

 

Balkanlarda Nasyonalist Hareketler

 

Baikaniarda Osmanlı imparatorluğuna

karşı mücadele, Balkan halklarında

millî şuurun, hareket haline getirilişiydi.

Dış etkilerle kilise, her yerde bu

hareketin destekleyicileri oldular.

 

Bu mücadeleye karşı savaşan Türk

subaylarında ise, millî şuur değil,

Osmanlılık ülküsü hâkimdi. Ama millî

şuur, artık tarihî ömrünü yaşamış olan

imparatorluk kaygusundan, elbette ki

daha güçlüydü. Mücadelenin sonu,

imparatorluğun evvelâ Balkanlarda

çöküşü oldu...

 

Ermeni ve Araplara gelince?...

 

 

XI

 

 

BÜYÜK PROBLEMLER:

 

1908 Genç Türkler ihtilâlinin tohumlarını, 1878’de bağlanan Berlin Antlaşması serpti dersek, pek de yanlış bir ifadede bulunmuş olmayız. Gerçi Berlin Antlaşması, tam değildi. Bilhassa Balkan meseleleriyle ilgili maddeler, kesin sonuçlara bağlanmamıştı. Yalnız Romanya ve Sırbistan, artık tam bağımsız oluyorlardı. Ama Osmanlı devleti, diğer bütün konularda, başta Rusya olmak üzere, hem Berlin Kongresine katılan devletlerle, hem de yeni doğan veya daha önce doğup yeniden güçlenen Balkan devletleriyle, yeni anlaşmalar düzenleyecekti.

 

Fazla olarak ortaya, bir ,de Ermeni meselesi çıkmıştı. İmparatorluğun, daha ziyade Kuzeydoğu illerinde yaşamakla beraber, hiç bir yerde çoğunluk teşkil etmeyen Ermeni halkı meselesi de, artık imparatorluğu uğraştıracak davalardan biri haline gelmiş ve siyasî edebiyata girmiş bulunuyordu.

 

Böylece Berlin Antlaşması, Osmanlı devletine, bir sükûn ve istikrar getirmiyordu. Tersine olarak, Osmanlı devletini, yeni iç kavgalara ve din çatışmalarına mahkûm ediyordu. Bütün bu kavgaları ve çatışmaları ise, II. Abdülhamit idaresinin yürütmesi ve çözümlemesi lâzım geliyordu.

 

Halbuki devlet, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden, yenik ve bitkin çıkmıştı. Padişahın nüfusu da, elbette ki zayıflamıştı. Fazla olarak padişah, 1876 Kanun-u Esasisi ile kurulan Mebusan Meclisini de dağıttığı için, güçlü bir meşveret (danışma ve yasama) organından da mahrum kalmıştı. Bu Meclisin tekrar açılacağı yolunda ise, ortada hiç bir belirti yoktu. Gerçi Abdülhamit, bir aralık İstanbul'un kenar mahallelerine kadar giren Rus ordusundan, Ayastafanos ve Berlin Antlaşmaları ile kurtulmuştu ama,

 

 

332

 

şimdi önünde güç ve büyük problemler, vardı. imparatorluğun sağlam temeller üzerine oturtulması, bunun için de, çağdaş şartların ve akımların icaplarına uyan geniş görüşlü ve kapsayıcı reformlar yapılması şarttı. Balkanlarda güçlenen Nasyonalizm cereyanlarını iyi değerlendirmek ve onlarla, hazırlıklı ve bilgili olarak karşılaşmak lâzımdı. Yeni ortaya çıkan ve gene bir millî cereyan olan Ermeni meselesini de, gereği gibi değerlendirmek icabediyordu. Çünkü, artık Osmanlı devletinin kağşadığı, devlet binasının çatırdadığı, devletin hâkimi bulunduğu topraklar ve kıtalar arasında, ciddî bir birlik bulunmadığı aşikârdı.

 

Modası geçmiş ve Asya tipi bir Monarşi ve Despotizmle, bu üç kıtanın birleştiği alanlara yayılmış bu Padişahlığı, gelişigüzel yürütmek, artık mümkün değildi. Ülkenin hemen bütün vergi ve askerlik yükünü omuzlarında taşıyan Türk halkı da artık yorgundu. Kaldı ki bu yük de, bu halkın bütününe değil, ancak koruyucusu, kimsesi olmayan kentlisine, köylüsüne yüklenmişti. Devletin en güvenilir gelir kaynağı olan Aşar Vergisini, daha ziyade fakir köylü ödüyordu. Çünkü bu verginin toplanması, iltizam Usulü denilen yoldan, yani memleketin ayânı, eşrafı, güçlüleri, söz sahipleri ile yürütülüyordu. Neticede Ayân ve Eşraf, memleketin dış ve iç ticaretini ellerinde tutan yabancı kompradorlar veya azınlık zenginleriyle, bir soygun işbirliği içinde çalışıyorlardı. Kısacası, neresinden bakılsa, memleketin İktisadî nizamı, hiç de yaşanılır bir nizam değildi.

 

Devlet mâliyesinin iflâs halinde olduğunu da artık herkes biliyordu. Gerçi kâğıt üzerinde bir Bütçe vardı. Ama bütçe, devlet gelirlerinin, bağımsız bir irade içinde bağlanması, ayarlanması demektir. Bunun için ise, devletin kendi gelir kaynaklarına, kendisinin tasarruf edebilmesi, kendi hâkim olması şarttır. Halbuki ve biliyoruz ki, devlet bu kaynaklara hâkim ve sahip değildi. İstanbul'da Düyun-u Umumiye, yani devlet borçlarına karşılık, devletin en verimli gelirlerini toplamakla görevli bir yabancı idare vardı ki, bu idare, bu gelirlerin kaynağını, daha ilk elde alıyordu. Bu idare, devletin Maliye Nezaretinden,

 

 

333

 

kıyaslanamayacak kadar güçlüydü. Maliye Nezareti ikide bir, bu idarenin kapısına el açarak, hiç olmazsa birkaç ayda bir memurlarına, askerlerine kırpıntı biraz maaş ödeyebilmek için, dilenmek zorunda bulunuyordu. Çünkü devlet bütçesinde, Düyun-u Umumiye ile, Tahsisat-ı Seniye, yani Padişahın her hafta, her ay Hâzineden çektiği çok büyük ölçülerdeki paradan gayri, hiç bir hesap, günü gününe ödenmiyordu.

 

Devlet idaresinin genel durumu, genel hali, daha doğrusu genel halsizliği ise malumdu. Devlet memurları ile subaylarının, Ordu ve Donanma masrafları ile, yabancı ülkelerdeki elçilikler tahsisatını bile vaktinde ödeyemiyordu. Maaşların iki üç, hatta dört ayda bir çıkması, artık usul haline gelmişti.

 

Ordunun ve donanmanın nasıl çökertildiğini ise, II. Abdülhamit devrinde ve bunları idare edenlerin kaleminden, daha önce izlemiş bulunuyoruz.

 

Abdülhamit’in yedi defa sadrazamlığa getirdiği Sait Paşa üç ciltlik hatıralarında, bize devrinin sefaletini, en yetkili kalem olarak anlatmıştır.

 

Halbuki Berlin Antlaşmasından sonra devletin, karşılaştığı büyük problemlerin önemini kavrayabilmesi, her şeyden önce, çağın akışını ve bu problemlerin önemini kavrayabilecek bir hükümdarın varlığına bağlıydı. Onun dayanacağı bir parlamentoya, bu parlamentoya karşı sorumlu, fakat kendi yetkilerine sahip bir kabineye bağlıydı. Nihayet, yeniden düzenlenecek bir devlet idaresine muhtaçtı. Çünkü zaman hızla ilerliyordu. Zaman, çok şeylere gebeydi. Ve Osmanlı devleti, ya bu zamanın icaplarına uyarak, karşılaştığı davalarla hesaplaşmasını bilecekti. Yahut da tarih sahnesinden, ergeç silinip gidecekti. Bu hesaplaşmayı ve karşılaşılan problemleri çözümlemeyi başarmak ise, tabiatıyle ve evvelâ, padişahın ve onun yürüteceği idarenin omuzlarına düşüyordu. Yetkili ve haysiyetli bir kabine, çökertilecek yerde, güçlendirilecek bir ordu ve donanma, aktif bir dış siyaset, düzenli bir iç idare, karşılaşılan problemlerde devletin dayanakları olacaktı. İşte bunlar olmadı. Ve baştan sona kadar, sarayın duvarları arkasına

 

 

334

 

kapanan bir padişahın maharacılık ruhu, imparatorluğun kaderine hâkim oldu ve onu, meşum akıbetine hazırladı.

 

Evet, II. Abdülhamit, beklenilen, ya da gereken idareyi getiremedi. İmparatorluğun en kritik, en yenileşmeye muhtaç devrinde, gerekenin tam tersine, tam bir istibdat idaresi, tam bir Asya despotizmi kurdu. Böylece de imparatorluğu, kaçınılmaz bir çöküş noktasına iten bütün şartları hazırladı. Yalnız parlamentoyu dağıtmak, parlamento nizamının en büyük mücahidini öldürtmek ve ıslahat taraftarlarını sürgün etmekle kalmadı. Kabineyi de güçsüzleştirdi. Böylece de, ancak kendi cehaletinin ölçüleri içinde yürüyen bir otokrasiyi, bir şahsî istibdat idaresini, bütün kötülükleriyle imparatorluğa hâkim kıldı.

 

Berlin Antlaşmasından sonra karşılaşılan ve Abdülhamit’ in bütün saltanat devrini içine alan ve neticede 1908 Genç Türkler ihtilâline varan büyük problemlerin özetlenmesine geçmeden önce burada ve bu ilkel otokrasinin maharacalık ruhundan bir örnek vermek için, Sadrazamlardan Cevat Paşadan bazı parçalar nakletmek istiyoruz. Cevat Paşa, 4 eylül 1891 - 8 haziran 1895 arasında, 3 yıl 10 ay ve 16 gün sadaret vazifesinde bulundu. Cevat Paşa, birtakım haklı hizmetlerin bedeli olarak, daha kırk yaşında müşirlik (mareşallik) rütbesine ulaşmıştı. Ve o yaşta sadrazam oldu. Şahsiyetli ve haysiyetli bir insandı. Yabancı dil biliyordu. Hariçte önemli vazifelere memur edilmişti. Bu genç ve aydın adamın sadarete getirilişi, havada bazı ümitler yarattı. Ama işin sonunu, Cevat Paşadan dinleyelim. Bu hikâye onun, sadaratten, yani Kabine başkanlığından ayrılışından bir gün önce anlattıklarıdır:

 

«Üçüncü defa olarak istifa ettim. Kabul cevabım bugün alacağım. Menkuben (yani, gözden düşmüş olarak) istifa ediyorum. Âdeta köpek gibi kovuluyorum. Ayrılmamın sebebi, Ermeni meseleleri değildir. Haricî politikaya ait bir mesele de değildir. Son vakalarla anladım ki, biz içeride kuvvetlenmedikçe, dışarıya karşı hiç bir zaman kuvvetli olamayacağız. Fakat içeride her şeyimiz bozuk. En bozuk yer ise, padişahın Yıldız Sarayı’dır. Kabahat padişahta değil.

 

 

335

 

Onun kabahati, kendisini etraf ındakilerin eline teslim etmiş olmasıdır. Ben ayrılıyorum. Sadrazamlık da benimle beraber gidiyor.

 

Yıldız’m bu idaresi devam ettikçe, benden sonra gelecekler, kukladan ibaret kalacaktır. Saray her şeyi kendi eline aldı. Son zamanlarda ben, bir mabeyinciden (padişahın emrinde bulunup, onun emirlerini bildiren kâtip) bile aşağıydım. Padişah beni, gayet nadir ahvalde huzuruna kabul ediyordu. En mühim meseleler hakkında, ancak Başkâtip Tahsin Bey ile, yahut mabeyin (aracı) kâtipleriyle konuşabiliyordum. En acele işleri bile, Mabeyinci Arif Beye veya Bekir Beye söylemeye mecburdum. Hünkârın (padişahın) cevabını bana bu delikanlılar getiriyordu. Ben bu âdetlere artık tahammül edemeyeceğim için, bu makamda daha fazla kalamayacağımı anladım. Tekrar istifa ettim.

 

Benim izzet-i nefsim var. Mağrur, cahil bir saray hizmetçisinin teveccühünü kazanmaya çalışamam. Fakat ayrılmadan önce memleketime bir hizmet daha yapmak istedim. Devletin vazifesini, memleketin halini padişaha iyice anlatıp kendisini ikaz etmek (uyarmak) istedim. Çünkü halimiz tehlikelidir. Bu arzumun sonunun ne kadar vahim (benim için tehlikeli) olacağını da biliyorum. Fakat bu son hizmeti yapmak vazifemdi.

 

O sıralarda vatanperverlerden münevver bir zat bana bazı ıslahat tekliflerini toplayan bir lâyiha vermişti. Ben de bu lâyihayı padişaha takdim ettim. Buna ilâve olarak da tarafımdan, Anadolu, Yemen ve Rumeli’deki karışıklıkların, fena idareden ileri geldiğini, bu idareyi ıslah için tedbirler lâzım olduğunu, saray memurlarının hükümet ve siyaset üzerindeki tesirlerinin azaltılıp, sadrazamlık makamının, Kabinenin hüküm ve nüfuzunu kuvvetlendirmek lâzım olduğunu söyledim. Bunun için, kamarilla (saraydaki nüfuzlular) beni padişaha, hürriyet ve Meşrutiyet taraftarı olarak bildirdiler. Simdi neticeyi bekliyorum.

 

 

336

 

Uğrayacağım akıbetten dolayı gam yemem. Fakat devletin akıbetinden ve padişahın sonundan korkuyorum...» (1).

 

Hakikaten de, Cevat Paşa ertesi gün sadrazamlıktan azledildi. Hafiyeler, gözcülerle sarılı olarak evinde oturmaya mahkûm oldu. Nice zaman sonra kendisine bazı vazifeler verildi ise de, hiç bir zaman bu gözcülerin, hafiyelerin göz hapsinden, tacizlerinden kurtulamadı. Cevat Paşanın sadrazamlığı, bütün o anlattığı şartlar altında geçti. Zaten Abdülhamit devrinde gelen 25 sadrazamdan, 20 tanesinin sadrazamlığı, bir seneden azdır. Bu yirmi beş sadrazam içinde, tekrar tekrar sadrazam olanlar var. Ama, meselâ 7 defa sadrazam olan Sait Paşanın sadrazamlıkları, ancak bir defasında 2 yıl 10 ay, 16 gün sürmüştür. Diğerleri her defasında, 1 yıldan az devam etmişti. Hele Cevat Paşanın ayrılmasından sonra sadrazamlık mevkiinin, hiç bir değeri ve nüfuzu kalmamıştı.

 

Kaldı ki Abdülhamit’in kendi başvezirlerini, kendinden sonra gelen en yüksek şahsiyetler olan sadrazamlarını bile küçültmek, şahsiye tsizleştirmek, basit bir kapıkulu haline getirmek huyu, yalnız sadrazamlardan Cevat Paşanın bu şikâyetlerinden anlaşılmaz. Bu huy onda, aşağılık ve deva bulmaz bir hastalık halindeydi. Bunun sayısız örneklerini, Sadrazam Sait Paşanın hatıralarından da çıkarabiliriz. Sait Paşanın da sık sık, birtakım değersiz saray (mabeyin) uşaklarına muhatap oluşunun nice örnekleri, bu hatıralarda yer alır. Saray uşaklarından Arap İzzet Paşanın, hatta sarayda toplanan Harp Meclislerine bile sokulup, yaptığı münasebetsizlikler üzerine bu Meclislerden kovuluşunun tafsilâtı, Serasker Rıza Paşanın hatıralarında da yer alır.

 

Ama Abdülhamit’in en çok inandıklarından biri olduğu, Abdülhamit’e en uzun sadrazamlık etmiş olmasından anlaşılan dürüst, iyi nam bırakmış bir şahsiyet olan Halil Rifat Paşanın sadaret mevkiindeki durumundan ve yetkisizliğinden bahseden bir hatıra vardır. Bu hatıra, çok dikkati çekici ve sadra1

 

 

(1) Osman Nuri: Abdûlhamit’în Hayatı Hususiye ve Siyasiyesi s. 606-607.

 

 

337

 

zamların gerçek durumunu açıklayıcıdır. Bundan aşağıdaki satırları alacağız. Hatıralarının yazarı, uzun müddet sadaret tercümanlığı yapmış ve araştırmalarına göre aydın, geniş görüşlü ve bilgili bir zat olan Hayrettin Beydir. Hayrettin Bey, hatıra ve araştırmalarını, Meşrutiyetten sonra «Vesaik-i Tarihiye ve Siyasî Tetebbüatı», yani, «Tarihî ve Siyasî Belgeler Üzerinde Araştırmalar» adı altında, müteaddit cüzler (fasiküller) halinde yayınlamıştır, Bu cüzlerin birincisinden şu satırları alalım:

 

«Hatırımdadır. Sadrazam Halil Rifat Paşa merhum, Bismark’m düşüncelerinden ve hatıralarından, bize ait olanlarını tetkik ve tercüme ettirmişti. O aralık Avrupa9 dan gelen, fakat yasak olmaları yüzünden gizlice elde edilen Türkçe ve Fransızca birçok gazeteleri, sadaret dairesinin dinlenme odasında başbaşa okurduk. Fakat kapıları kilitlerdik. Bunları okuduktan sonra da, mevki ve vekan muhafaza için, hatta hava sıcak ve yaz bile olsa, bunları büyücek bir sobada yakıp kül etmek âdetimizdi.

 

Bir gün hatıratını yazması için ısrarda bulundum. Teklifim hoşuna gitmekle beraber, emsal görülmediğiııden bahsederek teklifimi geçiştirdi. Halbuki Halil Rifat Paşa, o pek sade görünen Pîr-i muhterem (saygıdeğer ihtiyar) pek güzel ve kıymetli hatıralar yazabilirdi. Ömrünün sonuna kadar, tarihlerimizi okumaktan zevk alır ve gayet hakimane (olgun, akıllı) mütalaladlar yürütürdü.» (s. 4.).

 

Evet, hikâye budur. Ve gerçekten ilgi çekicidir. Hayrettin Bey, araştırmalarının aynı bahsinde şunları da yazar:

 

«Bizim için en ziyade teessüf edilecek şey, Reşit, Âli, Saffet, Fuat Paşalar gibi devlet adamlarımızın, siyasî hatıralarını yazmamış olmalarıdır. Kaldı ki bunlar, siyasî hatıra yazmanın lüzum ve ehemmiyetini takdir etmeyecek insanlar değildiler.» (s. 4).

 

Devlet adamlarının ve hele Abdülhamit devri büyüklerinin, meselâ Halil Rifat Paşanın siyasî hatıralarını yazmamış olmaları gerçi bir eksiklikti. Ama meselâ Sadrazam Halil Rifat Paşayı alalım.

 

 

338

 

Bir sadrazam ki, Avrupa’da çıkan Fransızca, İngilizce, Almanca gazeteleri takip etmekten, okumaktan memnudur. Yani, aslında bir vazife olan bu okumalar, ona yasaklanmıştır. Bir sadrazam ki, nihayet fazla güvendiği bir adamın sadakatine itimat ederek bunları, ancak kapalı, kilitli bir odada okutur ve hemen sobada yaktırır. Bizi o kadar yakından ilgilendiren ve Berlin Kongresinin teşkilâtçısı, Alman Başvekili Bismark’m, hem de bizim hakkımızda yazı ve hatıralarını aynı suretle ve el altından tercüme ettirerek gizlice mütalaa edebilir ve sonra imha eder. O halde bu sadrazamın ve dolayısıyle Kabinesinin, dünyanın gidişi, dış haberler, olaylar, dünya siyaseti, bu siyasete ve gelişmelere karşı bizim davranış tedbirlerimiz hakkındaki karar ve görüş gücü ne olabilirdi?

 

Şunu da kaydedelim:

 

Abdülhamit sarayının kulları, meselâ Arap İzzet Paşa, Arap Selim Melhame Paşa, Arap Necip Melhame Paşa, Arap Ebülhüdâ veya bilhassa yabancı imtiyazlar işleriyle uğraşan Ragıp Bey gibi insanlar, birer jurnalcilik ve rüşvet mütehassısı oldukları ve rüşvet, idarenin temelini kemirdiği halde, Abdülhamit’in sadrazamları hakkında, böyle bir suçlama ve yakıştırma işitilmemiştir. Bütün bu insanlar, dürüst, uyanık, ciddî ve ruh hastası olmayan bir hükümdarın yanında, pekâlâ, güçlü devlet adamları olabilirlerdi.

 

Ama ne çare ki, vaktin padişahının istediği, sadece sadakatti. Ona göre sadakat, dünyaya gözlerini kapamak ve kendisinin, dört tarafı çevrili saray duvarları ardından, birtakım saray uşaklarıyle gönderdiği emirleri, yani hikmetleri, gerçeğin ta kendisi sayarak kabul etmekti. Bu kaide Abdülhamit’in, bütün sadrazamları için böyle işlemiştir. Harp Okulunda gazete okunmayacaktır. Mülkiye Okulunda gazete okunmayacaktır. Tıbbiye Okulunda gazete okunmayacaktır; memurlar, nazırlar, sadrazamlar gazete okumayacak, kitap okumayacaklardır. Kendisi ise, kitap adına, ancak tercüme ettirdiği polis, cinayet romanlarını dinleyecektir. Eh, böyle bir gidişin sonunu tasavvur etmek, elbette ki güç değildi.

 

Bu şartlar içinde işleyen bir devlet çarkından ne bekleilebilirdi.

 

 

339

 

Bu devlette çarklar, durmadan birbirine çarpıyordu. Yıldız Sarayı'nın aşılmaz duvarları arkasında tüneyen, ama her şeyi elinde tutmak isteyen, dünyadan habersiz bir insanın saltanatının sonu, ancak çöküntü ve dağılış olabilirdi. Zaten dağılış ve parçalanış devam ediyordu. Hasta ve kağşamış vücudun, ayakta görünmesi ancak, mirasçıların anlaşması yüzündendi. Son çöküntü ve dağılış ise, 1908 İhtilâlini yaratan genç subayların, vücutlarını, bu yıkıntıya siper edişleri bile kurtaramayacaktı. Evet onlar, bilhassa Balkanlarda gelişen nasyonalist hareketler ve mücadeleler karşısında, insanüstü gayretleriyle direndiler. Bu mücadele ve direnişlerin hikâyelerini daha ileride ve etrafıyle göreceğiz. Meselâ, bu ciltlerin mihver konusu olan Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey, bu mücadelelerin ve gayretlerin tam bir yıldızı da olacaktır.

 

Ama şimdi biz, bu mücadelelere ve o arada Enver Beye geçmeden önce, yani bu mücadelelere çıkan yola ve imparatorluğun bazı önemli meselelerine kısaca göz atalım...

 

* * *

 

TAMAMLANMAYAN ANLAŞMALAR:

 

Berlin Antlaşmasının, ele aldığı problemlerin çoğunu kesin sonuçlara bağlamayan, yani tamamlanmayan bir Antlaşma olduğunu belirtmiştik. Bu antlaşmaya göre ve Berlin Kongresinden hemen sonra, Osmanlı devleti, Rusya ile ayrı bir sulh antlaşması imzalayacaktı. Bu antlaşma, şubat 1879'da tamamlandı. Avusturya ile keza bir antlaşma imzalaması lâzımdı. Rumeli vilâyetleri için ayrıca, mahallî ihtiyaçlara uyan nizamnameler yapılacaktı. Yunanistan'la da bir anlaşma yapılması lâzımdı. Ermenilerle meskûn vilâyetlerde, esaslı İdarî ıslahat tedbirleri alınacaktı.

 

Hulâsa, daha yukarda işaret ettiğimiz gibi, padişahın ve hükümetin önünde büyük problemler sıralanıyordu. Vakit geçirilmemesi lâzımdı. Çünkü Makedonya'da millî hareketler zaten alevlenmişti. Arnavutluk isyan içindeydi. Girit Adası karışıktı. Bosna-Hersek ayaklanmıştı. Ama orası artık Avusturya-Macaristan'a bırakıldığı için, bu karışıklıklarla Avusturya uğraşacaktı.

 

 

340

 

Fakat bütün işlerin en önemlisi, Makedonya’daki millî hareketlerdi. Bunlar arasında bilhassa, Ruslar tarafından ideolojik prensiplerle de beslenen Panislavizm, yani İslavların birleştirilmesi cereyanı, büyük önem taşıyordu. Çünkü Balkanlarda ve Berliri Antlaşması ile bizden ayrılan bölgeler dışında gene de, Sırplar ve Bulgarlar olarak önemli miktarda İslav yaşıyordu. Makedonya’da yoğunlaşan bu nüfus, Osmanlı Avrupasının 6.550.000 nüfusu içinde en aktif unsuru teşkil ediyordu. Aşağıda göreceğimiz gibi, Makedonya’daki millî hareketlerin ön safında bu Islavlar yer alacaktır.

 

Berlin Antlaşması’m izleyen başlıca hareketler üzerinde biraz durmalıyız. Bu hareketlerin başında elbette ki, Tuna’nın güneyinde bir Bulgaristan prensliğinin teşekkülü gelir. Bu suretle de Osmanlı imparatorluğunda Bulgarlar en aktif ve en saldırgan unsur olarak, devletin hayat ve mevcudiyetinde önemli rol oynarlar. Gerçi daha 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden önce de Bulgaristan isyanlarla çalkanmıştı. Bu harbin Osmanlı devleti aleyhine yenilgiyle sonuçlanmasından sonra, Bulgar davasının ilk zaferi, Tuna’nın güneyi ile Balkan dağları arasında, şeklen Osmanlı padişahına, fakat gerçekte müstakil bir Bulgar devletinin teşekkülü oldu. Balkanların güneyinde ise, gene şeklen Osmanlı devletinin hükümranlığı altında, fakat fiilen Bulgaristan prensliği kontrolünde bir «Şarkî Rumeli Vilâyeti» vücuda getirildi. Bizim yakın tarihimizde önemli bir rol oynayan ve tarihî köklerimiz bakımından soydaşlarımiz olan Bulgarlar üzerinde de biraz duracağız. Fakat bu soydaşlık bahsine girmeden önce, Berlin Antlaşmasından sonra Bulgaristan’ da cereyan eden gelişmeleri kısaca belirtmeliyiz...

 

1878’de kurulan Bulgaristan hükümetine, evvelâ bir prens bulmak lâzım geliyordu. Bu da mühim bir meseleydi. Nihayet Almanya’da, hem Rus çarının, hem Alman imparatorunun aile ilişkileri olan 22 yaşında birisi bulundu: Prens Batemberg... Yeni prens, Berlin Kongresine katılan bütün devletlerin başkentlerini resmen ziyaret ettikten, İstanbul’da padişah tarafından da kabul edildikten sonra Bulgaristan’a geldi. Tuna’nın güneyinde Tırnova’da vazifesine başladı. Yeni devlete bir Anayasa lâzımdı.

 

 

341

 

150 maddelik bir «Esas Nizamname» hazırlandı. Hu hazırlıkta, daha önce istiklâline kavuşan Sırbistan’ın anayasasından faydalanıldı. Ve 1879’da, Tırnova’da ilk Metlis açıldı.

 

Fakat Bulgarlar, bütün Rumeli’de hareketliydiler. Ayastalanos Muahedesi’yle kendilerine verilen toprakların (Yunan Tesnlya’sına kadar) Berlin’de kırpılmasından huzursuzdular. Tıruova Meclisi toplanmaya başlayınca, Bulgaristan’a katılmamış olsalar da, Ş>arkî Rumeli ve bütün Makedonya’dan temsilciler Tırnova’ya koştular. Fakat bunların Meclise girmelerine müsaade edilmedi. Ama bu koşuşma, bütün Avrupa’ya karşı bir çıkış ve gösteri ifadesi taşıdı.

 

Prens, 23 temmuz 1879’da Bulgaristan’a gelmişti. 23 şubat 1880’de Meclis açılabildi. Aynı yılın temmuzunda, Bulgaristan’ m başkenti, Sofya’ya taşındı. Ruslar, ağustos 1880’e kadar Güney Bulgaristan’ı, yani Şarkî Rumeli’yi tahliye ettiler. İstanbul’da toplanan Avrupalı bir komisyonun çalışmalarıyle, Şarkî Rumeli vilâyeti, Güney Bulgaristan için özel bir idare nizamnamesi de hazırlandı. Burası doğrudan doğruya Osmanlı hükümetinin hükmü ve askerî hükümranlığı altında sayılmakla beraber, fiilen Bulgaristan’ın kontrolündeydi. Ayrı bir Meclisi vardı. Bu Meclis, Müslüman ve Hıristiyan üyeler aynı zamanda katıldılar. Vali ve yakın yardımcıları Hıristiyan olacak ve padişah tarafından tayin edileceklerdi. Vilâyet, İstanbul Mebusan Meclisine de üyeler gönderebilecekti. Resmî dil Türkçe, Bulgarca ve Rumca olacaktı. Valiliğe, İstanbul Rumlarından Al eko Paşa seçildi. Bulgaristan işleri bu şekilde gelişmeye başladı. Daha aşağıda Bulgar meselesine tekrar geleceğiz. Ve konuyu, Panislavizm cephesinden ayrıca ele alacağız.

 

Sırbistan’a gelince? Burada işler pek ihtilâflı değildi. Ve temaslar kolay netice verdi.

 

Ama Yunanistan’la işler biraz karışıktı. Yunanlılarla müzakereleri hükümet biraz ağırdan alıyordu. Bunun ruhî sebebi şuydu ki, Osmanlı-Rus harbi sırasında biz, Yunanlılarla çatışmadığımız halde, Berlin Kongresi, Yunanistan’a Rumeli’den, önemli toprak bağışlarında bulunmuştu.

 

 

342

 

Sonra Yunanlılarla, pek de kolay düzenlenemeyecek olan önemli ihtilâflarımız vardı. Bu sebeple Berlin Kongresinin ardından Yunanistan'la anlaşma, uzunca bir zaman askıda kaldı. Kaldı ki bu anlaşma yapıldıktan sonra da aradaki gerginlik sürüp gitti. Öyle ki bu gerginlik, 1897'de iki devlet arasında bir de harp çıkmasına sebep oldu. Hulâsa Avrupa Türkiyesinde Yunan meselesi, daima dikkati çekici bir mesele olarak kaldı. Bu sebeple burada, Yunanistan problemi ve istiklâli hakkında da kısa bilgi vermeliyiz.

 

* * *

 

RUMLAR:

 

Çünkü 1908 Genç Türkler ihtilâli ve Enver Paşanın zuhurunu davet eden şartlar arasında, Balkan meselelerinin ve Balkanlardaki millî davaların, önemli etkileri vardır...

 

Yunan istiklâl çaba ve savaşlarının köklerini izah etmek kolaydır. Bilindiği gibi Osmanlı devleti, ilk kuruluş bölgeleri ile Balkanlarda, Şarkî Roma, yahut Bizans devletinin varisi oldu. Şarkî Roma imparatorluğu, Hıristiyanlığı kabulden sonra, tamamen Rumlaşmıştı. Hele Ortodoks kilisesi İstanbul'dan, sanki bir ikinci imparatorluk gibi kanatlarını, bütün Balkanlara ve Anadolu’ya germişti. Eski Yunanlılığın ve eski Grek mucizesinin hatırası ise, Avrupa aydınlarının ve siyasetçilerinin duygularında, çağdaş Yunan meselesi ile pek kolay birbirine karışıyordu.

 

Ama bu eski Yunanla, Balkanlardaki Rumlar ve Yunanlılar arasında ne kadar ilişki vardır? Yani çağımızın Yunanlıları, daha doğrusu Rumları, eski Yunan kültürünün ne dereceye kadar varisidirler? Bu mesele bugün de tartışılabilir. Fakat XIX. yüzyılda Yunan istiklâl mücadelesi başlayınca, çağdaş Avrupa’nın edebiyat ve siyasetçileri, bu tarihî ilişkiyi araştırmayı lüzumlu bulmadılar. Kendilerini Yunan davasına verdiler. Hatta bu davada can verenler de oldu. Meselâ Lord Byron gibi...

 

Fakat Yunan davasına asıl destek, Batıdan değil, Rusya' dan geldi. Nitekim Yunan istiklâl Savaşında Rusya’nın yakından desteklediği Etniki Eteriya Cemiyeti'nin adı daima hatırlanır.

 

 

343

 

Etniki Eteriya, 1814’te Rusya’da, Odesa şehrinde kuruldu. Bu tarih, Avrupa’da Napolyon’un çöktüğü ve Napolyon yenilgisine katılan Rusya’nın, Avrupa siyaset sahasına çıktığı yıldır. İşte o yıl kurulan Etniki Eteriya, Yunan istiklâl mücadelesini düzenleme gayesini, kendisine prensip edinen bir cemiyetin adıdır. Bu gizli cemiyetin, şifreleri, rütbeleri, örgütleri, önderleri vardı. Ruslar, cemiyeti daha baştan benimsediler. Hatta cemiyetin gizli ve asıl reisinin, Rus çarı olduğu yayıldı. Gerçekten de, Rus çarının başyaverlerinden olan Aleksandr îpsilanti, cemiyetin başına getirildi ve başkan vekili olarak tarımdı.

 

Ruslarla Yunanlılar arasında soy birliği yoktu. Ama din birliği vardı. Her iki kavim de Hıristiyan-Ortodokstular. Ortodoks Hıristiyanlığın başında —kilise ayrılıklarına rağmen— İstanbul’daki Rum patriği görünüyordu. Rus çarlarının ise kendilerini, Şarkî Roma’nın, daha doğrusu Hıristiyan Bizansın mirasçısı saydıkları malumdu. Bu sebeple Yunan-Rus müşterek propagandasında İstanbul’u îslâmdan kurtarmak ve Ayasofya’ ya yeniden haç dikmek sloganı, daima ve önemle yer almıştır. Böylece de, Etniki Eteriya, az zamanda gerek Rumların bulunduğu Osmanîı sahil şehirlerinde, gerek Rum zenginlerinin yayıldıkları Akdeniz kıyılarında hızla dalbudak saldı.

 

Silâhlanma da hızlıydı. îpsilanti, Mora yarımadasında 40 bin savaşçı tedarik edilebileceğini hesaplıyordu. O zaman Mora’daki Türk askerinin sayısı, ancak 12 bin kadardı. Hatta bir. aralık bunlar da, Yanya’da isyan eden Tepedelenli Ali Paşanın üzerine sevkedildikleri için, Mora boşalmış gibiydi.

 

Tepedelenli Ali Paşa aslında, Rum hareketinden endişedeydi. Rumların isyan hazırlıklarına ait haber ve belgeleri İstanbul’a da gönderdiği yazılır. Ama o sırada, padişah bulunan Sultan II. Mahmut, Hâlet Efendi isminde, kindar bir entrikacının tesiri altına düşmüş bulunuyordu. Hâlet Efendinin uğursuz tahrikleri de işe karışınca, Rum topraklarında devletin durumu büsbütün elverişsiz hale geldi. İşte bu şartlar altındadır ki, Aleksandr îpsilanti, çarın da yardımına güvenerek, evvelâ Buğdan (Şarkî Romanya) topraklarına girdi. Propagandalarına başladı. Sonra da Mora’da isyan patlak verdi.

 

 

344

 

1820-1830 arasında Mora'da en şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Vuruşma insafsız ve kanlı oldu. Padişah, Mora'ya, Mısır askerini de yardıma çağırmak zorunda kaldı. Çünkü Yeniçeriler, artık tamamen soysuzlaşmalardı. Yeni ordu ise henüz hazır değildi. Rusya ve Avrupa, hem maddî hem manevî yardımlarını Yunanistan lehine yöneltiyorlardı. Nitekim 20 ekim 1827'de İngiliz, Fransız, Rus filoları, Güneybatı 'Mora'daki Navarin limanında, Türk ve Mısır filolarına anî baskın verdiler. Bu filoları yok ettiler. Nihayet bu gelişmeler sonundadır ki, 1830’da Yunanistan, şimdiki Yunanistan topraklarının bir kısmında, müstakil devlet halinde teşekkül etti. Ondan sonra Türkiye ile Yunanistan arasında çelişme ve çatışmalar, artık sürdü, gitti...

 

Berlin Antlaşması gereğince ise, Osmanlı devleti ile Yunanistan arasında ayrı bir anlaşmaya varılması gerektiğini ve İstanbul'un, bu işi sonuçlandırmaya pek yaklaşmadığını işaret etmiştik. Berlin Antlaşması Yunanistan'a Yanya vilâyetinden, Tırhala taraflarından, Tesalya istikametinde Kalamas ve Salamarya nehirlerine kadar olan havaliyi vadetmişti. Halbuki bu arazide yaşayan halk, Rumlardan, Ulah (Romen) lardan ve Hıristiyan Amavutlardan teşekkül ediyordu. Yanya-Tesalya arasında Türkler ve Müslüman Arnavutlar da vardı. Eğer sınır, denildiği gibi çizilirse, Yanya vilâyeti merkezinin hemen yanından geçiyordu. Nitekim Osmanlılarla Yunanlılar arasında tam sınır konuşmalarına geçilirken Yanya'daki Rumlar, Yanya şehrinin de Yunanistan’a ilhak edilmesi için, İstanbul'daki büyük devletler murahhaslarına müracaat ettiler. Gerçi Güney Arnavutluk'taki Arnavut beyleri, ayaklanma şeklinde olmamakla beraber, bu teklife karşı mücadele için bir birlik teşkil ettiler. Hatta bu birlik hızla, bütün Arnavutluk'u saran ve Arnavutlarda da millî asabiyeti harekete getiren bir etken oldu. Netice şöyle gelişti ki, bu sefer de Arnavutlar, Yanya ve Işkodra vilâyetleri ile, Selânik ve Kosova vilâyetlerinin bir kısmında bir Arnavutluk hükümeti kurulmasını istediler. Bu suretle Arnavut milliyetçiliği, yalnız Abdülhamit devrinde değil, onu takip eden Meşrutiyet idaresinde de sürüp giden direniş,

 

 

345

 

ayaklanma ve isyanların ilk bayrağını açmış oluyordu. Arnavutların bu ilk birlik hareketlerine hiç beklenmediği halde, kuzeydeki Müslüman Arnavutlarla (Gegalar) güneydeki Müslüman Arnavutlar (Toskalar) ve dağınık şekildeki Ortodoks, Katolik Arnavutlar, hep birlikte katıldılar.

 

Karadağ tarafları da rahat değildi. Berlin Kongresi, Karadağ’a, Arnavutluk’tan Gosina ve Plava bölgelerini veriyordu. İstanbul hükümeti Karadağ ile, bu iş için de bir sınır antlaşması imzalayacaktı. Halbuki buralarda Müslüman halk da vardı. Ama bölgeyi Türk askeri tahliye ettiği için, silâhlı çatışma, Arnavutlarla Karadağlılar arasında başladı. Ve bölgede ihtilâflar, çarpışmalar sürdü gitti. Netice, Karadağ’a, Adriyatik sahilinde birtakım tavizlerle kapatıldı. Ama bölgede karışıklık 1884 yılma kadar devam etti.

 

Yunanistan’la olan ihtilâf ise, uzadıkça sertleşiyordu. Bir aralık harp ihtimalleri bile belirdi. Ama netice, gene Osmanlı hükümeti toprak kaybı ile alındı: 6 temmuz 1881’de imzalanabilen bir antlaşma ile, Tesalya’nın hemen bütün verimli bölgeleri, bu meyanda Narda ile Golus limanı Yunanlılara bırakıldı. Fakat bu tavizler, 1897’de bir Osmanlı-Yunan harbinin çıkmasına engel olamayacaktı.

 

Berlin Antlaşmasında Avusturya-Macaristan’a terkedilen Bosna-Hersek vilâyeti üzerinde ise ayrıca durmuyoruz. Bu geniş vilâyeti Osmanlı hükümeti derhal tahliye etti. Mücadele, Bosna-Herseklilerle Avusturya-Macaristan arasında başladı. Yerliler bir ayrı hükümet kurmak istediler. Millî kahramanlarını da buldular. Fakat Avusturya-Macaristan ordusunun üstün silâhları karşısında, uzun süre dayanamadılar. Bir buçuk ay kadar sonra, Avusturya’nın bazı mahallî idare ve ıslah tedbirleriyle Bosna-Hersekliler, kadere rıza gösterdiler.

 

Trakya bölgesinde ise Bulgar komiteciliği, bir taraftan da Türk çiftlik sahiplerine karşı toprak kavgaları ile beslenerek, hemen Berlin Antlaşması’nın peşinden başlamıştı.

 

Hulâsa Avrupa Türkiyesi rahat değildi. Avrupa Türkiyesi yerleşmiş değildi. Ülke, yalnız 1878 parçalanmasıyle kalmayacak, her gün biraz daha karışacak ve nihayet elden çıkacaktı.

 

 

346

 

1878-1908 arasında, her gün biraz daha ürken, biraz daha halsizleşen ve çöken Osmanlı idaresi ise, bu karışık davalar üzerinde hiç bir verimli etki kaydetmeden, sellerin önünde bir yaprak gibi, sürünüp gidecekti. 1908 Genç Türkler ihtilâli biraz da, Balkanlardaki bu kronik krizlerin mahsulüdür denilebilir.

 

Şimdi de, bu netice tayin edici gelişmeler içinde en aktif olduğunu daha önce kaydettiğimiz Panislavizm hareketi ve Bulgarlar üstünde artık durabiliriz. Bu değinmeler bize, kendileri ile soy yakınlığımız olan, fakat gene kendileri ile, Balkanlarda en çok mücadele ettiğimiz Bulgarları, biraz tanımak imkânını verecektir. Zaten Enver Beyin de Balkanlarda, hatta Bulgarca öğrenmek lüzumunu duyması, o devrede Bulgar probleminin önemini ayrıca belirtir.

 

* * *

 

PANİSLAVİZM NEDİR?

 

Panislavizm, İslav ırkından olanların veya İslav ırkından sayılanların bir araya getirilmesi veya bir merkezî otorite altında birleştirilmesi gayret ve hareketine verilen isimdir. Bu hareketin temelinde tabiatıyle, evvelâ İslav ırkı, sonra İslavlık siyaseti vardır. İslav dini, yani tamama yakın çoğunluğu bayrağı altında toplayan Ortodoks Hıristiyanlık, bu büyük hareketin daima yardımcı unsuru olarak görülür...

 

İslav ırkı, bilindiği gibi, Hint-Avrupa (Ari) ırklar ağacının bir koludur. Bu kol, ezici ağırlığıyle Doğu Avrupa, yani Rusya ova ve ormanlarında yerleşmiş ve oradan, Karpatlar’la Tuna havalisine ve Adriyatik bölgesine (Bosna-Hersek-Karadağ) yayılmıştır. IX.-X. yüzyıldan kalma mezarlarda yapılan kazılar, Slavlarda antropolojik bakımdan, Şimal ırkının bütün hususiyetlerini gösterir.

 

VI. yüzyıla ait Bizans ve IX.-X. yüzyıla ait Arap kaynaklarında da Slavlardan «sarışın» insanlar olarak bahsedilir. Bu bakımlardan tipik Slavlarla, bizim Ural-Altay soyumuzun aslî vasıf ve işaretleri arasında bir benzerlik yoktur. Ama bilhassa IV.-V. yüzyıllarda ve Doğudan Batıya başlayan o büyük Kavimler Göçü ile beraber,

 

 

347

 

bu ırklar tabiatıyle karışmışta İslavlar, bir kısım parçalarını daha I. yüzyıldan itibaren Batıya. Tuna ve Alp Dinarik sahalarına atmakla beraber, asıl büyük göçler sırasında, mümkün olduğu kadar ormanlık bölgelere çekildiler. Aslî vasıflarını mümkün olduğu kadar korudular. Ama bu ormanlar bölgesinde de, kuzeyde Finovalar ve Karpatlar’la Baltık bölgesinde de Normanlar, Cermenlerle karıştılar. Fakat İslav ana dilini ve soyun antropolojik özelliklerini muhafaza edebildiler.

 

İslavların bu aslî vasıf ve topluluklarını oldukça muhafaza edebilişlerinde, coğrafî özelliğin, bilhassa Şimal ormanları ile Karpat, Alp Dinarik gibi girilmesi güç tabiat yapısına etkisi aşikârdır. Ama Rus tarihçilerinden M. N. Pokrovski (1), öyle yazar ki, eğer Bizanstan Hıristiyan dini ile, gene Bizanstan Metod-Kiril Alfabesi (2) Rus ovalarına girmeseydi veya girmekte geç kalsaydı Ruslar, pekâlâ Finleşebilirlerdi. Lâkin Hıristiyan kültürü, tabiatıyle Fin kültürüne üstün geldi.

 

İlk İslav vatanının, daha batıda, Vistül nehri, Pripet bataklıkları ile Orta Dinyeper üçgeni içinde olduğu bilinir. Kuzeye, batıya ve güneybatıya yayılmalar buradan başlamış görünür. Slav kelimesini ise ilim dünyası ilk defa, VI. yüzyılın başlarında «Slovene» isimli bir eser yazan, Nazianslı Pseudo-Cézarios’un kitabından öğrenir (3). Bu kelimenin asıl anlamı bilinmez...

 

* * *

 

Slavlar, bütün Hint-Avrupa kavimleri içinde, siyasî hayatı en son gelişen, yani kendi devlet hayatlarına en son ulaşan arî kavimdir denilebilir. Ve bu ilk devlet kurma işleri de gene kendileri tarafından değil, kendilerinin idaresi için, fakat başkaları tarafından yürütülmüştür. Bu bakımdan Varegîerin, yani İsveçlilerin ataları olan Normanların, Rus tarihinde, öncü mevkileri vardır. Varegler, daha VIII. yüzyıldan itibaren Batı Rus ovasında,

 

 

(1) M. N. Pokrovski: En Eski Devirlerdeki Rus Tarihi 4 cilt. 1324. Moskova.

 

(2) Metod-Kiril Alfabesi: Bugünkü Rus alfabesi.

 

(3) Prof. Akdes Nimet Kor at: Rusya Tarihi, s. 4.

 

 

348

 

Ladoga gölü çevresine yayıldılar, ve gerek çevredeki, gerek doğuya doğru yayılmış İslavları hâkimiyetleri altına aldılar. Doğuda Volga havalisinde, Bulgar ve Hazer illerine kadar ulaştılar. Şehirler tesis veya idare ettiler Buralarda, Rusları idareleri altında tutan hükümetçikler kurdular. Hatta ilk ve asıl Rus devletini de, gene İsveç’ten davet edilen, yahut kiralanan bir İsveçli hanedan, yani Rurik Hanedanı, Kiyefte kurdu. Rusların Hıristiyanlığa girişi de bu hanedanla başlar.

 

Daha sonraları, yani Cengiz ve Timur istilâlarından sonra ise Rusların yüzyıllarca, Altın Ordu hanlarına veya o devletin varisi olan hanlıklara vergi ödedikleri, unvanlarını bu hanlardan aldıkları malumdur...

 

Biz Türkler, daha doğrusu yalnız Garp Türklerini kastetmeyerek ifade etmek gerekirse, hepsiyle derinden soydaş olduğumuz Ural-Altay ırkı ve Finogriyenler (yani, Finovalar ve Macarlar) Slavlarla en çok teması olan ve onlarla en çok çatışan ve karışan ırklarız. Hem de yalnız XII. ve XIII. yüzyılların büyük istilâları olan Cengiz ve Timur yayılışları sırasında değil. Daha derinlere gitmesek bile, en az IV.-V. yüzyılların Büyük Kavimler Göçü sırasında Hunlarla, onu takip eden yüzyıllarda da Avarlar (Rus tarihçileri bunları Poloves olarak rak yazarlar) Kumanlar ve daha nice Turanî soydaşlarımızla, hatta biz Batı Türklerinin tam anlamda kardeşlerimiz olan Vuz-Oğuz boyları ile İslavlar daima karıştılar. Bu karışmaların en tipik ve etkili olanı da, Türk ırkından olan Bulgarların Islavlaşması oldu. Bu oluşu, daha aşağıda özetleyeceğiz. Çünkü Islavlaşmış Bulgarların coğrafî durumu, geopolitik şartları ve nihayet Balkanlardaki nasyonalist hareketleri, Osmanlı imparatorluğu için önemli konular teşkil etti.

 

* * *

 

RUSLAR:

 

Panislavizmin öncüleri olan Ruslar, başlıca olarak şöyle tasif edilirler:

 

— Büyük Ruslar

 

 

349

 

— Küçük Ruslar (Ukraynalılar)

— Beyaz Ruslar

 

Büyük Ruslar, Avrupa ovasının, asıl Rus ovası kısmında, Ukrayna'nın kuzeyinde merkezleşip Volga'ya kadar yayılan havzadaki Rusları ifade edebilir. Ukrayna ismiyle anılan ülkenin, yani Rus ovasının merkez ve güney kısmının halkı, Küçük Ruslar olarak anılır. Büyük Rusya'nın batısında, güneyden Ukrayna ve batıdan Polonya, kuzeyde Latviya arasındaki bölgede Beyaz Ruslar otururlar.

 

Diğer başlıca İslav kavimlerine gelince? Bunları ana kolları ile şöyle sıralayabiliriz:

 

— Polonyalılar

— Galiçya ve Avrupa Îslavları:

Rutenler

Slovaklar

Çekler

— Tuna ve Balkan İslavları:

Slovenler

Hırvatlar, Sırplar

— Bosna-Hersek İslavları:

Karadağlılar

Bulgarlar

 

Bizim ele aldığımız devirde, Büyük, Küçük Ruslarla, Ukraynalılar, Lehler hep bir arada 73-75 milyon kadar hesaplanıyorlardı. Sibirya ve Urallar Asyasmdaki göçmen Ruslar, henüz ve ancak 1-2 milyon arasında hesaplanırdı. Bütün bu rakamların biraz daha kabarık olması mümkündür. Almanya'da da 4 milyon kadar İslav vardı. Ama Bosna-Hersek de dahil olmak üzere Avusturya-Macaristan imparatorluğundaki İslav veya İslav asıllı nüfus yekûnunu 20 milyonun üstünde sayarlardı. Hulâsa o devirde bütün İslavları, Asya, Avrupa'ya dağılmış veya yayılmış olarak 110 milyon olarak hesap etmek mümkündü.

 

Hulâsa Rusya da, XIX. yüzyılın bilhassa ikinci yarısında, bir Panislavizm edebiyatına ve çabalarına sahne olmuştur. Ama bu akımın bütün etkisi, Balkanlarda Bulgar ve Sırp devletlerini Rusya’nın savunmasından,

 

 

350

 

onların teşekkülünü sağlamaktan, fakat sonra Balkanlarda bu devletlerle, bir siyaset birliği dahi sağlayamamaktan ibaret kaldı. Eğer arada iyi kötü bir bağıntı devam edebilmişse, bu da gerek Rusya’nın, gerek Balkanlardaki İslav hükümetlerin, bir taraftan Osmanlı devletine, diğer taraftan Avusturya-Macaristan’a, yani bir Cermen imparatorluğuna karşı olan müşterek endişelerinden ileri geliyordu.

 

Zaten Panislavizmin (1), iki düşman hedefi vardı: Osmanlı imparatorluğu ve Avusturya-Macaristan!.. Hatta AvusturyaMacaristan’daki tslavların sayısı, Türkiye’dekinden de fazlaydı. Ama Rusya bir taraftan bunları kurtarayım derken, diğer taraftan, kendi idaresinde ve halis İslav olan Polonyalılara (Lehlere) karşı, daima baskı ve şiddet siyaseti içindeydi. Rus-Leh nefreti, Rus-Osmanlı nefretinden galiba daha güçlüydü. Çünkü Polonya’nın büyük ideali, eski istiklâline kavuşmaktı. Bu istiklâli ise, Rusya mahvetmişti.

 

İşte İslav âleminin aslî kütlesi, yani Rusya veya Rusyarın çarlığını elinde tutan Rus devleti ile Osmanlı devleti, tam üç yüzyıl boyunca çatıştı durdu. Başlıca on iki harp yaşanıldı. Yendik ve yenildik. Bildiğimiz gibi bu harplerin, bu ciltte ele alman konuları ilgilendiren en sonuncusu 1877-1878’de geçti ve Osmanlı devleti yenildi.

 

Zaten bu yenilgi ile Balkanlarda yaşayan İslav kavimleri, ya daha önce elde ettikleri bağımsızlıklarını güçlendirerek sınırlarını genişlettiler. (Meselâ Sırbistan ve Karadağ gibi) yahut da yeni olarak bağımsızlık safhasına ayak bastılar (Bulgaristan’da Olduğu gibi). Bu gelişmelerde en aktif rol oynayan

 

 

(1) Bu konuda ve kısmen şüpheli tyr kaynak olmakla beraber, H. Adem’in Pancermanizm ve Panislavizm isimli eserinde bazı önemli derlemeler vardır. 1906. İstanbul.

 

Aynı yazarın Prof. Weit’ten dilimize çevirdiği Hilâfet Siyaseti ve Türklük Siyaseti isimli eserde, İslav problemi iyi işlenmiştir. 1915. İstanbul.

 

Not: Tedarki kabil olmadığı için burada Rus kaynaklarını işaret etmiyorum.

 

 

351

 

ve Osmanlı imparatorluğunun yakın tarihinde en etkili mücadeleler yürütenler Bulgarlardı. işte bu Bulgarlar aslında, bizim soyumuzdandı.

 

* * *

 

BULGARLAR:

 

IV. ve IX. yüzyıllar arasında Avrupa, büyük göçlere sahne oldu. Avrupa'nın Etnolojik manzarası durmadan değişti. IX. yüzyıl ve onu takip eden devrede bugünkü Avrupa Rusyasında, batı ve kuzeybatı bölgeleri hariç olmak üzere, daha ziyade Turanî kavimler ve bu arada Finler yaşıyorlardı. Bu kavimler arasında, en ileri, en yerleşik ulus olan Bulgarlar, Volga boylarında ve Kazan havalisinde hâkimdiler.

 

Bulgarlar, Volga nehri ile Kama nehrinin birleştiği bölgede, zengin, kuvvetli bir devlet kurmuşlardı. Dilleri Bulgar aksam ile Türkçeydi. Dinleri Islâmdı. Başkentlerini teşkil eden Bulgar şehrinin kalıntıları, Kazan yakınında, bugün bile geniş bir alanı kaplar, idarelerinde bir kısım Finler ve Islavlar da vardı. Şimdi Finlandiya'nın sınırları dışında ve ormanlık Rusya'nın kuzey bölgesinde Çuvaşlar, Çeremişler gibi Fin kolları bugün de ve muhtar bölgeler olarak hayatlarını devam ettirirler. Bulgar devleti, VIII. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar devam etti. Volga Bulgarları denilen bu Türk halkının medeniyet ve refahına, Volga nehri üzerinde bulunmak şansı tesir ediyordu. Volga yoluyle Hazer'e, İran'a, Arabistan'a, hatta Hindistan'a kadar uzanan ticaret hareketleri, ülkeye refah sağlıyordu. Bilhassa 10 büyük ve önemli şehir, o zamanki Doğu'nun ünlü ticaret ve kültür merkezleriydiler.

 

Volga Bulgarları, 921'de, Almaş, yahut Almuş Han zamanında İslâmlığı kabul etmişlerdi. Bu suretle din birliği, onların İran ve Arap ülkeleriyle din ve kültür bağıntılarım hızla güçlendirdi. Tarım, kürkçülük, hayvancılık, bilhassa at ticareti, balık, meyveler ve madenler önemli ürünlerdi. Madencilik ve hele maden sanayii ileriydi. Bulgar şehri harabelerinde, V. yüzyıla ait Sasanî paraları dahi bulunduğuna göre, demek ki bu bölgede ticaretin eski bir geleneği vardı.

 

Bulgarların arasına, İslâmlıktan biraz sonra Hıristiyanlık da girmişti (988).

 

 

352

 

Ama Arap tarihçilerine göre, İslâmlık, Bulgarlarda çok daha yerleşikti. Fakat Bulgar devleti, daha IX. ve X. yüzyıldan başlayarak, kuzey ve batıdan gelen tslavların saldırısına uğramaya başladı. Bulgarlar yerleşik, zengin ve savaşçılıklarını az çok kaybetmiş uysal insanlardı. Bu saldırılar etkilerini yaptı. Nihayet, XIII. yüzyılda Cengiz ve XIV. yüzyılda Timur istilâları, Bulgar devletini tamamen eritti. Onun yerinde ve başkenti Bulgar şehrinin 40 kilometre kadar kuzeyinde Kazan şehri olmak üzere Kazan Hanlığı kuruldu. XVI. yüzyılda Kazan Hanlığına, Ruslar tarafından son verildiği malumdur.

 

işte yukardan beri değindiğimiz bu Volga Bulgarlarmdan bir kol, daha Bulgarların İslâmlaşmasından önce Anayurttan koparak, o çağda büyük Avrupa ovalarını saran genel göç dalgalarına kapıldı. V. ve VI. yüzyıllarda batıya doğru aktı. Bu Bulgarların daha V. yüzyılda Karadeniz ve Tuna kıyılarında göründükleri anlaşılmaktadır. Bunlar, belki bazı öncülerdi. Çünkü asıl kütlenin VII. yüzyılda Diniyester ve Prut nehirlerinin Karadeniz'e aktıkları sahalarda bulundukları ve o zaman Mösiya adını alan bu bölgeden, Tuna üzerine, hatta Trakya'ya kadar akınlar yaptıkları nakledilmektedir.

 

Bu Bulgarların başlarında Hanları vardı. Dilleri Bulgar Türkçesiydi. Ne Islâm, ne de Hıristiyandılar. Gittikçe güçleniyorlardı. Bir defasında Bizans ordusu da, Bulgarların başı olan Asparuh Han tarafından yenilir. Bulgarlar Varna'ya kadar inerler. Tuna ile Balkanlar arasını, yani bugünkü Kuzey Bulgaristan’ı istilâ ederek oraya yerleşirler. Ve Han, şimdiki Şumnu yakınında, Preslav mevkiine kendisine merkez olarak seçer. 679'da Bizans devleti, Bulgar Hanı ile bir antlaşma yaparak Mösiya ile Iskifya (Dobruca) yı Asparuh'a terkeder. Böylece Balkanlarda ilk Bulgar Hanlığı kurulur.

 

Henüz dilleri Bulgar Türklerinin diliydi. Dinleri, atalar diniydi. Ama çevreleri Islavlarla doluydu. Islavlar, daha I. yüzyıldan başlayarak Karadeniz kıyılan üzerinden Tuna'ya ve Bosna-Hersek dağlarına kadar yayılmışlardı. Fakat, V. yüzyıldan beri doğudan batıya gelip geçen ve her biri bu bölgelerde bir şeyler bırakan,

 

 

353

 

bazısı soydaş, bazısı yabancı kavimlerden de etrafta kalıntılar vardı. Bunların hepsi, bu son gelen, henüz dinç ve henüz atlarından inmeyen göçebelerin idaresine baş eğmiş oldular.

 

Ama Bizans’ın, henüz yenilmemiş bir silâhı vardı: Hıristiyanlık. Hıristiyanlık, yalnız încil’i değil, yazısı ve kültürü de beraber getiriyordu. O din ve yazı ki, VIII. yüzyıldan itibaren ve Kiyef’ten başlayarak bütün Rus ovalarım bayrağı altına alacaktı. Şimal ovalarının Finleşmesi veya Türkleşmesi bu suretle önlenecekti. Fin kültürü bu suretle, Ortodokslaşmış ve yazıya erişmiş İslav uygarlığına yenilecekti.

 

Bulgaristan’da da olaylar böyle gelişti. VII. yüzyılın ortasından itibaren Bulgaristan Türkleri, Hıristiyanlaşmaya başladılar. Bulgaristan Türklerinin dili ise, etrafı saran otokton ve toprağa sarılmış bir ırk olan Islavların etkisiyle unutulmaya başladı. Öyle ki, Bulgarlar Hıristiyanlaştıkları zaman, Bulgaristan Türkçesi neredeyse unutulmuştu. Bulgarlar İslavca konuşmaya dalmışlardı. Böylece, bugünkü İslavlaşmış Hıristiyan Bulgarlar, Balkanlarda yerlerini aldılar.

 

Bu oluşumda iki insanın ad ve etkilerini belirtmek lâzımdır: Selânik İslavlarından ve Ortodoks kilisesi rahiplerinden Metod ve Kiril!.. Bunlar, Incil’i Islavcaya çevirdiler ve bugün Metod ve Kiril Alfabesi denilen İslav harfleriyle yazarak yaydılar. Bilhassa Güney ve Batı İslavları arasında dağıttılar. Böylece de Ortodoks kilisesi, Bulgarların hem İslavlaşmasım pekiştirdi, hem de onları Ortodoks Hıristiyanlığa kazandırdı. VIII. yüzyılda zaten Rus ovası İslavları da Hıristiyanlaşıyorlardı. Kiyef, Hıristiyanlığın merkezi oldu, isveçliyken Ruslaşan Rurik Hanedanının gayretiyle Ruslar, aynı dine kazandırıldılar. Metod-Kiril Alfabesi, bugünkü Rus Alfabesini teşkil etti.

 

İslavlaşmış Hıristiyan Bulgaristan devleti, ünlü hanlar yetiştirdi. Bunlar, zaman zaman Bizansla da boy ölçüştüler. Hanlar zamanla, Sezar kelimesinin bozulmuşu olarak, Çar unvanını aldılar. Nitekim Rus imparatorlarına da Çar denilirdi. Daha önce kaydettiğimiz gibi, 676 yılından itibaren resmen Hıristiyanlaşmaya başlayan Bulgarları, IX. yüzyılın ikinci yarısında Bizansla ihtilâfa düşen Çar Boris,

 

 

354

 

Ortodoksluktan ayırılıp Rotna kilisesine bağlanmayı ve Katolikleştirmeyi düşündü. Fakat İstanbul patrikliği anlayışlı davrandı. Bulgar kilisesi Autocephale (Avtokefal), yani muhtar-özerk tamlınca, iş düzeldi. Bulgarlar kendilerine bir patrik de seçtiler. Bu seçimi İstanbul patrikliği tanıdı. Boris’in oğlu Çar Simon zamanı ise, Bulgaristan devletinin en parlak zamanı oldu. Bu Çar, bir aralık, hatta Çargrad, yani Çar Şehri dedikleri Bizans’ın (İstanbul) zaptına bile teşebbüs etti (X. yüzyıl başlarında). Simon, bütün Trakya ve Makedonya’yı, hatta Tuna ve Sava kuzeyindeki geniş araziyi işgal etti. Bu hatıra, Bulgarların, Osmanlılarla mücadelelerinde dahi, bir ruhî destek olarak yaşatılmıştrr.

 

Osmanlılar, Rumeli’ye geçtikten sonra ise bu topraklar, bir kısmı 1878’de, bir kısmı da Balkan Harbi sonuna kadar Osmanlıların ellerinde kaldı.

 

Bulgarlar hakkmdaki bu özetlemeye son verirken, şu ciheti belirtelim:

 

Volga kıyısındaki İslâm Bulgar Türkleri, muharip olmaktan ziyade, yerleşik, tüccar, uysal ve itaatli insanlardılar. Balkanlarda İslavlaşan Hıristiyan Bulgarlar ise, başka karakter aldılar. Bu Bulgar karakteri hakkında oldukça renkli yazılar yazılmıştır. Balkan Bulgarları, yani Islavlaşmış Bulgarlar, Volga Bulgar Türklerinin aksine, çok haşin, sert, uyuşmaz mizaçlı, kavgacı, intikamcı, zalim ve savaşkan oldular. Gerçi çalışkanlık ve tasarruflu hayat, kendilerini yetiştirme gayreti, kültüre yöneliş Ve kolektif kalkınma gayreti, Balkan Bulgarlarında asildir. Avrupa’nın en çalışkan çiftçileri, belki de Balkan Bulgarlarıdır. Fakat siyasî hayatta aşırı kırıcılık ve bazen cinayetlere kaçan saldırganlık, kendi aralarında bile zulme varan siyasî çatışmalar ve hele millî kavgalarında vahşete kaçan sahneler, Balkan Bulgarları için karakteristik hallerdir. Bu seciye değişikliği, çeşitli sebeplerle izah edilir. Ama bunun tahliline girmek, bu kitabın hacmi için fazladır. Yalnız şu kadarını işaret edeceğiz ki, gerek 1877-1878 Rus harbinden önce veya, o harp içinde, gerek 1878-1908 arasındaki Makedonya mücadelelerinde, gerekse Balkan Harbi sırasında, aşırı derecede sert,

 

 

355

 

insafsız ve vahşete kaçan Bulgar karakteri, her vesileyle kendini gösterdi. Kaldı ki Bulgarlar, bu karakterlerini, yalnız düşman saydıkları cemaatlere, örneğin Müslüman Türklere karşı davranışlarında değil, kendi içlerindeki siyasî kavgalarda, hatta parlamento içi mücadelelerde bile daima gösterdiler...

 

* * *

 

BÜYÜK BULGARİSTAN:

 

Bu böyle olunca da, Balkanlarda en sert millî mücadele örneğini Bulgarlar verdiler. Bu hususta Bulgaristan prensliğinin teşekkülünden sonraki gelişmeleri iki safhada ele almalıdır. Bunun birincisi, Berlin Antlaşmasının bazı kayıt ve şartlarla bir çeşit muhtariyete ulaştırdığı Şarkî Rumeli vilâyeti üzerinde yürütülen hareketlerdir. Bu hareketler, kısa bir zaman sonra Şarkî Rumeli’nin Bulgaristan prensliğine katılmasıyle neticelendi. İkincisi de, Makedonya üzerindeki mücadelelerdir.

 

Her iki harekete de hâkim olan ruh, Büyük Bulgaristan «Velikaya Bulgarya» ülküsüdür. Bu ülkü, Berlin Antlaşması’nın Bulgarlar üzerinde uyandırdığı ruh kırgınlığı ve hayal kırıklığı ile beslendi...

 

Çünkü, Berlin Antlaşması olmasaydı, Ayastafanos Antlaşması Büyük Bulgaristan ülküsünü tahakkuk ettiriyordu. Ayastalanos Antlaşmasında hem Şarkî Rumeli, hem de Makedonya, Bulgarlara bırakılmıştı. Fakat kısa bir zaman sonra bağlanan Berlin Antlaşması, Şarkî Rumeli vilâyetinde padişahın hâkimiyeti esasına dayanan bir muhtariyet şekli kabul ettiği gibi, Makedonya’yı da tekrar Osmanlılara bırakınca, Bulgar kamuoyundaki reaksiyon şiddetli oldu. Ama mademki artık bir Bulgaristan prensliği, yani bir Bulgaristan devleti kurulmuştu. O halde bu kaleye dayanarak çalışmak ve burasını bir sıçrama lahtası gibi kullanarak gayeye ulaşmak niçin kabil olmasındı. Nitekim öyle yapıldı. Berlin Antlaşması’nın ardından, Bulgaristan’da bir sıra mücadele organları meydana geldi. Evvelâ Sobranyada (Parlamentoda) iki parti belirdi: Muhafazakârlarla, Liberal Parti. Liberal Parti, Büyük Bulgaristan ülküsüne ulaşmayı gaye edinmişti. Bu da evvelâ, Şarkî Rumeli vilâyetinin

 

 

356

 

Bulgaristan'a katılmasını sağlamakla olurdu. Sonra da Makedonya'yı kurtararak, Büyük Bulgaristan'ı kurmak kabil olacaktı. Muhafazakâr Parti ise, daha ihtiyatlı hareket taraflısıydı. Şimdilik Şarkî Rumeli üzerinde uğraşmalıydı. Nitekim, Bulgaristan prensliğinin teşekkülünden kısa bir zaman sonra ve Rusya çarının da tavsiyesiyle Liberaller iktidara gelince, Şarkî Rumeli şehirlerinden îslimye'de bir kongre toplandı. Bu toplantıya, Şarkî Rumeli Vilâyeti Meclisi reisi de katıldı (1).

 

Toplantıda bir idare merkezi seçildi. Ve derhal para, silâh tedarikine girişildi. İlk hedef, Şarkî Rumeli vilâyetinde ihtilâl çıkarılması ve bu yoldan, vilâyetin ulgaristan'a ilhakının teminiydi. Cemiyet, seçtiği yolda iyi çalıştı. Çeşitli organlar meydana getirdi. Meselâ bütün köylere kadar yayılan Sokol Teşkilâtı, görünüşte bir jimnastik derneğiydi. Ama buraya giren bütün gençler, askerî talim görüyorlardı. Silâh sahibi oluyorlardı. Öyle ki, daha isyandan önce bu teşkilâtın emrinde 38-40 bin kadar silâhlı ve talimli genç örgütlenmiş bulunuyordu. Halbuki vilâyetteki bütün milis gücü, hem de çoğu Bulgar olmak üzere, 7-8 bin kişiden ibaretti. Berlin Antlaşmasının verdiği yetkiye rağmen, Şarkî Rumeli'ye Türk askeri sokulmamıştı. Sokol teşkilâtına, merkezi Rusya'da olan ve Balkanlarda şubeleri bulunan Panislavist örgüt, hem silâh, hem para yardımı yapıyordu. Kaldı ki teşkilâta Rusya'dan, gönüllü şeklinde subaylar, organizatörler, propagandacılar da akmaya başladılar.

 

Osmanlı hükümetine gelince? Daha yukarda da değindiğimiz gibi, Berlin Antlaşmasının 15 ve 16. maddeleri gereğince Osmanlı devleti Şarkî Rumeli vilâyetinde asker bulundurmak yetkisine sahip olduğu gibi, vilâyette emniyet ve asayiş bozulup müdahale gerekirse, oraya ayrıca kuvvet şevki yetkisine de sahipti. Fakat Abdülhamit daha baştan, Bulgaristan' da asker bulundurmak hakkını kullanmak istemedi.

 

 

(1) Berlin Antlaşmasından sonra Şarkî Rumeli muhtar vilâyet veya eyaletinde, 56 kişilik bir sobranyanın (parlamento) teşekkül ettiğini daha önce kaydetmiştik. Bu parlamentoda Bulgarlar çoğunluktaydı ve reisi Bulgardı.

 

 

357

 

Aşağıda göreceğiz ki, isyan hazırlığı artık gözle görülür hale geldiği ve fiilen ihtilâl başladığı zaman bile, Şarkî Rumeli'ye asker Bevki kararını yeremedi. Şarkî Rumeli'de gelişen hazırlıklara II Abdülhamit, bu davranışlarıyle âdeta yardımcı oldu. Hadineye seyirci kaldı. Ve sonunda olup bittiyi kabul etti. Ama, Bulgarların Şarkî Rumeli'deki zaferi ve vilâyetin Bulgarlara ituki suretiyle ilk safhada tahakkuk eden Büyük Bulgaristan t nofküresi, bu vilâyette yaşayan ve canlarını, Berlin Antlaşmanı garantilerine göre padişaha emanet eden pek çok Türk-Müslüman kanma ve canına mal oldu...

 

Hulâsa Şarkî Rumeli isyanı, herkesin gözü önünde ve en nçık sloganlarla hazırlandı. Bulgar heyetleri Rusya'da, Avrupa merkezlerinde siyasî havayı ve efkârı hazırlıyorlardı. Uyuyan, yalnız saray ve İstanbul'du. Ama bu sefer Rusya'dan da, garip görünen ve beklenmeyen bir hava esmeye başladı.

 

Rus Çarı Aleksandr II. 1881'de anarşistler tarafından öldürülmüştü. Yerine III. Aleksandr geçti. III. Aleksandr, toplumdan gelen her türlü harekete, hürriyet mücadelelerine karşıydı. İşte bu safhadadır ki Rusya, Bulgaristan'da gelişen ve aslında kendi tarafından teşvik edilen hareketten, bu arada Büyük Bulgaristan ülküsünden, ürkmeye başladı. Çünkü büyüyen, güçlenen, genişleyen bir Bulgaristan’ın, artık Rus etki ve otoritesine de karşı geleceği anlaşılmaya başlamıştı. Yeni devletin, ne Rus, ne de Osmanlı tesir ve murakabesinde olmaksızın, yani her ikisinden de kurtularak millî, hür, müstakil bir devlet olması fikri ve çabası Bulgaristan'da günden güne güç kazanıyordu. Bulgaristan Prensi Aleksandr Batemberg, bu akımı benimsemiş görünüyordu. Böyle olunca da, Rusya'nın Balkanlar üzerinden İstanbul'a ulaşmak yolundaki geleneksel gayretleri, bu defa Bulgar şeddi ile karşılaşmış olacaktı.

 

Bu sebeple bir an geldi ki Rusya, Bulgarlara isyan cesareti vermemek için elinden geleni yapmaya başladı. Bu eğilimini açıkça ifade ediyordu. Yalnız Bulgarlara sert ihtarlarda bulunmakla kalmıyordu. Orduya yapılan genelgelerde de hükümetin bu görüşü açıkça ifade ediliyordu.

 

 

358

 

Bir aralık öyle oldu ki Rusya, Balkanlarda Türk nüfuzunu, hattş. hâkimiyetini âdeta ister görünmeye başladı. Nitekim isyan çıkınca, Osmanlı hükümetinin Bulgaristan'a asker sevketmesini isteyen Rusya oldu. Fakat Abdülhamit, bu havadan da faydalanmadı. Diğer Avrupa devletlerine gelince, onlar Bulgaristan'ın Rusya nüfuzundan kurtulması çabalarını sempatiyle karşılıyorlardı.

 

* * *

 

Nihayet 1885 temmuzunda, Filibe şehri yakınındaki Değirmendere köyünde, ihtilâl Liderleri bir toplantı yaptılar, ihtilâl günü olarak 18 eylül kararlaştırıldı. Fakat daha günü gelmeden ve Filibe'den 20 kilometre kadar mesafedeki Veliki Konare köyünde isyan patlak verdi. Daha başka köylerden de, bölgedeki Türk köylüleri üzerine saldırılar oldu. Hatta bazı Bulgar köylerinde, derhal hükümet teşkilâtı yapıldı. Şarkî Rumeli vilâyetinin, yani Güney Bulgaristan’ın, kuzeydeki Bulgaristan prensliğine katıldığı ilân olundu. Köyllüer ondan sonra Filibe’yi muhasara ettiler. Bulgaristan prensine, gelip idareyi ele alması için telgraf çektiler. Prens, Güney Bulgaristan'a girdi. Filibe çevresine kadar geldi. Sonra Tırnova'ya, yani Bulgaristan'ın ilk başkentine dönerek orada, Şarkî Rumeli'nin Bulgaristan'a katıldığını resmen ilân etti.

 

Avrupa devletleri, daha doğrusu Berlin Antlaşması’na imza koyan devletler, bu harekete karşı direniş ve tepki göstermediler. Yalnız Moskova kırgın, İstanbul ise şaşkındı. Rusya çarı, sert bir tebliğ yayınladı. Bulgaristan prensine evvelce verilen askerî rütbenin alındığını bildirdi. Osmanlı sarayı ise ne yapacağını bilmiyordu. Şarkî Rumeli valisi Gavril Paşa, isyan öncesinde zaten ailesiyle birlikte İstanbul’da yaz tatilindeydi. isyandan ancak birkaç gün önce Filibe'ye dönmüştü. Saraydaki şaşkınlık, tam bir karışıklık ve kararsızlık halini aldı, isyan sırasında sadrazam Sait Paşaydı. Sait Paşa hatıralarında, Şarkî Rumeli'ye vaktinde asker şevki için padişahı uyardığını, bu konuda ısrar ettiğini yazar. Bu teşebbüslerine ait tezkere ve belgeler gösterir. Fakat Abdülhamit, Sait Paşayı sadrazamlıktan alır. Yerine, Kâmil Paşayı getirir.

 

 

359

 

Sait Paşaya Köre (1) Kâmil Paşa, aslında pasif kalmak taraftarıdır. Kâmil Paşa ise, daha sonra yayınladığı cevaplarında (2) bunun akHİni savunur. Ama olan şudur ki, Osmanlı hükümeti, Şarkî Rumeli'nin Bulgaristan'a ilhakı olup bittisi karşısında hiç bir aktif hareket ve müdahalede bulunmaz. İlgili devletlere usulen notalar verilir. Ama bu notalara karşı bu devletlerin etkili davranışları olmaz. Tek ve aktif müdahale taraflısı gene Rus çarıdır. İsyanı ve ilhakı tasvip etmez. Osmanlı padişahının askerle1 olaya müdahalesini, hatta daha fazlasını ister. Ama saray, tuttuğu yoldan şaşmaz. Olup bittiyi kabul eder. Abdülhamit, olaylar karşısında sanki uyumuş gibidir. Şarkî Rumeli bir an ünce kopsun gitsin ve rahat uykusuna dalsın gibi bir hali vardır. Bu sırada sarayın havasını, o vakit mühim bir mevkide bulunan Mahmut Celâlettin Paşa, «Mirât-ı Hakikat» (3) in birinci cüzünde, açık ve etrafıyle inceler. Her şey onu gösterir ki saray, gelişmler karşısında hakikaten uyumuştur. Halbuki Şarkî Rumeli'nin gidişi, ardından Makedonya, hatta Trakya' nın da gidişi demekti. Nitekim öyle olacaktır.

 

îşin olup bittiden sonraki safhası, devletlerarası birtakım diplomatik temas ve muhaberelerdir. Sonunda, ihtilâf konusu bölgeler üzerinde padişahın sözde hükümranlığı tanınmak üzere, fiilî hâkimiyet Bulgaristan'a verilir. Ondan sonra Bulgaristan'da birtakım iç siyasî çatışmalara, hatta bir aralık prensin de Bulgaristan'dan çıkarılıp yerine yeni bir prens çağrılmasına rağmen,

 

 

(1) Sait Paşanın Hatıra ve Müdafaaları, dört cilt halinde basılan ve aslında üç ciltlik eserinden başka, Meşrutiyetin ilânından sonra meydan alan polemikler dolayısıyle, bilhassa Kâmil Paşaya karşı yayınlanan cevaplarında toplanır. Bu hatıra ciltlerinden daha önce bahsetmiştik. Bunlara ek olarak 1327 (1911) ve Sait Paşanın Kâmil Paşaya Cevapları - Şarkî Rumeli, Mısır ve Ermeni Meseleleri adını taşıyan eseri de ayrıca kaydetmeliyiz.

 

(2) Kâmil Paşa da, hatıralarından başka Kâmil Paşanın Ayan Reisi Sait Paşaya Cevapları adı altındaki eserini 1912’de ve iki baskı olarak yayınlamıştır.

 

(3) Mahmut Celâlettin Paşa: Mirât-i Hakikat. 1326 (1910). Bulgaristan meseleleri ve Şarkî Rumeli’deki olaylar ve neticeleri, bu eserin birinci cildinin, birinci cüz’ünde yer alır. Bazı hata ve çelişmelere rağmen, bu yayınlar, önemli açıklamalar ihtiva ederler.

 

 

360

 

bu iki vilâyette Bulgaristan, çok hızlı bir kalkınma hareketine girer. Bugünkü Bulgaristan, böyle kurulur...

 

Ama Büyük Bulgaristan ülküsü iki kademeliydi, demiştik. Birincisi Şarkî Rumeli'nin ilhakı, İkincisi Makedonya'nın kurtarılması, Şarkî Rumeli artık alınmıştı. O halde şimdi sıra, Makedonya'yı ayaklandırmaktı. İşte o kanlı, sert ve 1908 Genç Türkler ihtilâlinin ve kadrosunun hazırlanışında en önemli etkisi olan Makedonya çeteleri savaşı, ondan sonra güçlenir. Bu hikâyeye ayrıca ve ileride gireceğiz. Çünkü Makedonya, Genç Türkler ihtilâlinin vatanı ve oradaki mücadeleler, bu ihtilâlin beşiğidir. Hürriyet Kahramanı Enver Bey, 23 temmuz 1908' de, bu topraklar üzerinde zuhur edecektir.

 

* * *

 

Makedonya'nın neresi olduğunu ve bu topraklarda kimlerin yaşadıklarını daha ileride ve ayrıca vereceğiz. Ama şimdilik şu kadarını belirtelim: Makedonya'da Bulgarlar, 1908'den önce, en mücadeleci unsur olmakla beraber, aynı topraklarda yaşayan diğer ırkî toplulk da vardı. Rumlar ve Sırplar. Bunlar, bir taraftan Osmanlı hâkimiyetine, bir taraftan da Bulgarların emel ve ihtiraslarına karşı mücadele içindeydiler. Hatta bu mücadelede, başlarında bazen Yunan subaylarının bulunduğu Rum çeteleriyle, Osmanlı takip kuvvetleri, zaman zaman Bulgarlara karşı işbirliğinde de bulundular. Bunun örneklerini, Makedonya olayları sırasında vereceğiz.

 

Sırplara gelince? Sırplar, daha 1804’te, Sırbistan prensliği şeklinde istiklâllerine kavuşmuşlardı. Bu sebeple 1908'den önce Sırplar, Osmanlı Makedonyasında, Bulgarlar ve Rumlar kadar çoğunlukta değildiler. Daha ziyade Kuzey Makedonya'da yaşıyorlardı. Ama onlar da gene örgütler ve çeteler teşkili suretiyle Makedonya iç savaşlarına katıldılar. Vereceğimiz olaylar, bu cepheden de işlenecektir.

 

Şimdi bu vesileyle, Osmanlı Avrupasında yaşayan ve bir Makedonya kavmi olmaktan ziyade, İlkçağ başlarından beri kendi vatanlarını teşkil eden topraklarda yaşayan Arnavutlara da kısaca değinmeliyiz. Çünkü Arnavutlar, diğer Rumeli halklarından tamamıyle ayrı özellikleriyle,

 

 

361

 

Osmanlıların Rumeli’ deki çelişmeli saltanatları boyunca, hemen daima özgür, daha doğrusu daima kendi âlemlerinde, kendi hayatlarını sürdürmüşlerdir.

 

* * *

 

ARNAVUTLAR KİMLERDİR?

 

Arnavutların aslı hakkında görüşler çeşitli olmakla beraber, bunların Pelaj-Pelaj zk’lardan geldikleri hakkmdaki görüş en güçlüsüdür. Pelajların aslı da mitolojik masallara kadar dayanır. Ama Pelajların, aynı zamanda Yunanlıların da aslı olduğu kabul edildiğine göre, Arnavutlarla eski Yunanlılar arasında bir ırk ve kök birliği olduğunu düşünmek, hata sayılmaz. Sosyolog bir düşünür ve yazar olan Prof. Edmond Demaulin, ünlü «Yollar» isimli eserinde, Pelajları, Doğu Karadeniz. kıyılarında Kolhide’den, yani Gürcistan sahillerinden getirir. Ona göre ilkçağ başlarından başlayan bu göç, Karadeniz kıyılarında batıya doğru birtakım yerleşme merkezleri sıralanmak suretiyle ve yüzyıllar boyunca devam eder. Şimdiki Arnavutluğun güney kısmında, yani Tesalya’ya inen bölgede, ilk Pelajlardan en karakteristik kalıntıların yaşadığını anlatır. Ve şu anlaşılır ki Arnavutlar, Balkanların ilk otokton halklarından biridir ve kendi dağlık bölgelerinde, kendi özelliklerini muhafaza etmişlerdir.

 

Arnavutluk, Makedonya ile Adriyatik Denizi arasında uzanır. Arnavutların Osmanlı Avrupasındaki nüfus tahminlerini daha önce vermiştik. Daha aşağıda, Makedonya bahsinde, daha ayrıntılı nüfus tahminlerine gireceğiz. Arnavutların tarihi, Arnavutluğun tarihidir. Bu tarih, Osmanlılara kadar öyle devam etmiştir. Arnavutlar kendilerine Şikiptar ve Arnavutluğa Arbanya veya Arberya derler. Uluslararası literatürde bu ülke, Albani veya Albanya olarak anılır.

 

Arnavutluğun tarihi karışıktır. Başlıca olarak, İsa’dan önce 147 yılında Makedonya’yı kapsayan Roma istilâsı, sonra Şarkî Roma-Bizans hâkimiyeti, daha sonra Osmanlı saltanatı başlıca safhaları teşkil eder. Osmanlıların Arnavutluğu ilhakı, Sultan II. Murat zamanında oldu.

 

 

362

 

O zaman Arnavutluk, mahallî prenslerin idaresindeydi. Bunlardan ve Mirdita prenslerinden Jan Kastriyoti, Hünkâra itaat edince, bir mükâfat olarak, dört oğlu Edirne sarayına alındı. İşte bunlardan İskender Bey, daha sonra Arnavutluğa timar sahibi olarak gönderilecek, fakat orada isyan ederek, Arnavutlukta bir nevi istiklâl peyda edecektir. Devleti uzun zaman uğraştıracaktır. Arnavutlukta İskender Beyin hatırası, bu bakımdan bir millî kahraman olarak anılır. Fakat bu istiklâl sürmez. Osmanlılar, Arnavutluğu tekrar işgal ederler.

 

Ama Arnavutlar, bütün Balkan kavimlerinden ayrı olarak, sosyal yapıları ile, eski boy ve kabile bölüntü ve ayrıntılarını sonuna kadar muhafaza etmişlerdir. Bu sebeple, Arnavutlukta mahallî bölüntü ve kabile şuuru daima millî şuura üstün gelmiştir. Bu yaşantıda sarp dağlar teşekkülünün elbette ki etkisi oldu. Arnavutlar, kendi aralarında, daima bölüntülü ve mücadeleli kaldılar. Meselâ başlıca olarak kuzeyde Gegalar ve güneyde Toskalar şeklindeki bölüntü, kendi içinde ayrıca, Malisörler, Mirditalar vesaire gibi daha tâli bölnütüler, devam etti gitti. Bütün bu bölüntüler arasında da tabiî, çelişme ve çatışmalar devam etti. Makedonya’da, daha doğrusu Osmanlı Avrupasında, köklerini Fransız îhtilâli’nden ve Avrupa’dan esen milliyetçilik akımlarından alan şuurlu Balkan nasyonalizmleri içinde Arnavut milliyetçiliği, daha ziyade aşiret, kabile akımları şeklinde kaldı. Halkın değil, beylerin ve ağaların etki ve nüfuzu altında, ilkel direnişler olarak sürüp gitti.

 

Bu durumu kaydederken şunu da belirtelim ki, Osmanlı halkları arasında Arnavutlar, devlet ve idare işlerine, sadrazamlıktan, en yüksek derecede kumandanlıklardan, valiliklerden, en alt kademedeki hizmetlere kadar, devletin idaresine en çok katılan, en çok eleman veren ırk toplumunu teşkil ediyordu. Her sahada ulema, aydın, yazar ve bilgin kişiler, Arnavutlar arasından yetişerek toplum hayatında yerlerini aldılar.

 

Buradaki kısa değinmelerden sonra ve Makedonya çelişmelerine geçmeden, imparatorluktaki nasyonalist hareketler

 

 

363

 

bakımından üstünde durulması gereken diğer bir akıma, yani Ermeni meselesine de az çok göz atmalıyız. Çünkü Türkiye’ deki bütün millî hareketler arasında, yabancı devletlerin sonuna kadar istismar konusu olmak bakımından Ermeniler ve Ermeni meselesi de, ayrı bir önem taşır...

 

* * *

 

ERMENİ MESELESİ:

 

Ermeni meselesi, gerek Genç Türkler ihtilâlinden önce, gerekse 1908’den sonra ve İttihat ve Terakki’nin iktidarı boyunca gösferdiği gelişmeler ve meydan alan sonuçlar bakımından mühimdir. Hele Berlin Kongresinden sonra, yani 1878-1908 arasında, zaman zaman kanlı safhalarıyle bu mesele, imparatorluktaki nasyonalist hareketlerin, daima dikkati çekenlerinden biri oldu.

 

Ermeniler ve Ermenistn mücadeleleri hakkında kaynaklar zengindir. Ama bu araştırma ve eleştirmelerde sübjektif unsur, yani hissî görüşler, siyasî etkenlere daima müessir oldular. Çünkü Ermeni meselesi, hiç bir zaman kendi çerçevesi içinde bir dava olarak kalmadı. Dış kuvvetlerin, yabancı devletlerin, bilhassa Rusya ve İngiltere’yle, Birinci Dünya Harbi sonunda Amerika’nın etki ve müdahaleleri, davayı milletlerarası bir konu haline getirdi. Ama bu müdahaleler, her vakit Osmanlı Ermenilerinin aleyhine oldu. Ermeni halkının, küçük bir İstanbul azınlığı müstesna olmak üzere, Türkiye haritasından silinmelerine kadar...

 

Ermeni kimdir ve Ermeniler kimlerdir üzerinde ve galiba dünyanın her büyük dilinde pek çok şeyler yazılmıştır. Bu sorunun cevabını kolaylaştırmak için, ilk önce ve her milletin tarihinde olan mitolojik efsaneleri, masalları bir tarafa bırakarak, antropolojik ve etnolojik açılardan işi ele almak gerekir. Çünkü her milletin tarihinde olduğu gibi Ermeniler için de bir masal olmaları gereken hikâyeler, bilimsel bakımdan tabil değer taşımaz. Meselâ Ermeni efsaneleri, ta Nuh’a kadar ulaştırılır. Nuh’un ikinci kademede torunlarından Hayk, 130 yaşındayken ve 300 kadar çocuğu ve torunuyle, Babil’den gelip,

 

 

364

 

Ararat (Ağrı) taraflarında ilk siteyi kurar. Hayk, dört yüz yıl yaşar ve soyu çoğalır, vb... Bu efsaneleri bir tarafa bırakırsak, durum şudur:

 

Bir Ermeni soyu vardır. Bu soy, Hint-Avrupa kollarmdandır. Yani, arî bir soydur. Meselâ İranlılar, Kürtler... gibi. İlk yayılış, yerleşiş alanları, en geniş ölçüsüyle, şimdiki Sovyet Ermenistam’na düşen Sevang (Gökçegöl) den, Ağrı ve çevresini de içine alarak, Çukurova ve İskenderun körfezi istikametine çekilecek bir hattın iki tarafıdır. Bu bölge, arada biraz seyrekleşmek suretiyle, Ermeni edebiyatında, Büyük Ermenistan ve Küçük Ermenistan olarak ayrılır. Büyük Ermenistan, Sovyet Ermenistan’ı ile, Fırat-Dicle yüksek havzalarını, bizim eski Osmanlı coğrafyalarında «Ceziret-ül Ulyâ» olarak anılan yüksek yaylayı içine alır. Akdeniz bölgesinde Kilikya, yani Torosların güneyindeki etekler ve ovalar ise, Küçük Ermenistan olarak anılır. Bu bölgelerden Türkiye’ye düşen topraklarda Ermeniler, hiç bir yerde çoğunluk teşkil etmemek üzere, Osmanlı imparatorluğunun son yıllarına kadar yaşıyorlardı.

 

Acaba Ermeni soyu buralara ne zaman göçmüş, yerleşmiştir? Bu soruya da Ermeni mitolojisi, ta «Nuh zamanından» diye cevap verir. Yani, Nuh aslında bir efsane olsa bile, Tufan’ dan beri demek istenir. Ama daha insaflı Ermeni tarihçileri, meselâ masalları da gerçek olarak almakla beraber Moise ce Corthene, bu maziyi hiç olmazsa İsa’dan 2000-2500 yıl önceleri ile sınırlandırır.

 

Ama inkâr edilmez gerçek şudur ki, bu Ermeni ve Kürtlerin Doğu Anadolu yaylalarına yayılmalarının İsa’dan önce ancak VII. yüzyılda ve İranlıların Anadolu’ya doğru akmlarıyle başladığı, daha galip bir ihtimaldir. Çünkü İsa’dan önce XVII. yüzyıldan, hatta bazı tarihçilere göre daha eski zamanlardan başlayarak, Turanî bir asıldan oldukları anlaşılan Orartulular devleti, bu bölgelere hâkimdi. Orartulular, çiftçi, sanatçı, uygar ve inşacı bir kavim olarak tarif edilir. Bilhassa sulama işleri, uzunluğu 70 kilometreye kadar varan su kemer ve yolları, büyük zahire depoları, onların eserleriydi. Asur kayıtlarında, Orartunun uygarlık ve servetine ait bilgiler, oldukça etrafıyle naklolunur.

 

 

365

 

Hatta çeşitli zaferlere rağmen Asurlular tarafındah tamamıyle çökertilemeyen bu Orartu devleti teşkilâtı ve uygarlığı, İsa’dan önce VI.-VII. yüzyılda îranlılarca tahrip edilmeseydi. Doğu uygarlığı bu bölgeden dünyaya birtakım yararlı müesseselerin ve yaşantı tarzının örneklerini verebilirdi.

 

Hulâsa Doğu yüksek yaylalarında, o yüzyıllardan sonra bir Ermeni yurdu vardı. Ve bu yurdu işgal eden Ermeniler buralara, her halde îran yaylası üzerinden ve belki de İranlılarla beraber gelmiş olabilirler. Ama eski İran kayıtlarında Ermeni adına tesadüf edilmediği tarihlerce kaydedilir. Hatta bir kayda göre (1), bu bölgeye Armen adı îranlılar tarafından ve Orârtulardan kalan Menoas anıtlarındaki Armonidat kelimesinden ilham alınarak verilmiş olarak gösterilir. Bu sözün aslı, yüksek memleket anlamına gelirmiş. Aramî dilinde de Armen-Harmen, sarih olarak yüksek ülke demekmiş...

 

Ermeni efsanelerinde ise Armenia, Armenak adında bir hükümdara bağlanmakla beraber, daha kuvvetli olan ihtimal, Ermeni adının gene de bir coğrafî tabirden gelmiş olmasıdır. Fakat İsa’dan önce bilhassa IV.-V. yüzyıllarda Armeniya, yani Ermenistan adı, bu bölgeye artık yerleşmişti. Nitekim Ksenofon «Anabasis - On Binlerin, Ricatı» isimli eserinde ve Mezopotamya’dan Karadeniz istikametinde çekilirken, o zaman İranlıların hâkim oldukları Fırat-Dicle düzlüklerinden bu yüksek yaylaya vardıkları zaman, Armeniya’dan geçtiklerini açık olarak anlatır (2).

 

O devreden sonra ise Roma, Bizans, Selçuk tarihlerinde Ermeni hareketlerine rastlanır. Osmanlıların bu bölgeleri fethetmelerinden sonra Osmanlı tarihinde Ermenilerin, ta 1878 Berlin Antlaşması’na kadar, pek önemli bir problem arzettikleri görülmez.

 

 

(1) Prof. Nikeld Kraybles: Rusya'nın Şark Siyaseti. H. Adam’ dun. s. 55.

 

(2) Ksenophon. Yunan yazarı ve kumandan. İsa’dan önce V. yüzyıl sonlarına doğru doğdu. İsa’dan önce 359’da öldü. Yunan ücretli askerleriyle İran iç harplerine karıştı. Anabasis, savaşlar sonundu Mezopotamya’dan Ege’ye dönüşü anlatır.

 

 

366

 

Türklerin bu toprakları Ermenilerden almadıkları ise malumdur.

 

Ziraat, ticaret ve zanaat sahasında yerleşik ve refahlı bir hayat kuran Ermenilerin, Doğu Anadolu'daki Kürt beylerinin bazı sömürücü hareket ve saldırılarına karşı bazı mahallî hareketlerden ve olaylardan başka, şikâyetleri de yoktu. Gerçi daha önce de bazi olaylar çıkmakla beraber, asıl 1878 Berlin Antlaşmasının 16. maddesi Ermeniler için ıslahat ifadelerini ortaya koyduktan sonra, Türkiye'de Ermeni meselesi ciddî bir dava olarak gelişti. Ve bu davada Ermeniler, yukarda kısaca değindiğimiz ve Ermeni mitolojisine kadar bağlanan önemli, teşkilâtçı ve zaman zaman kanlı direniş hareketlerine giriştiler. Bu safha üzerinde ana hatlarıyle durmalıyız. Çünkü, bu çabaların sonu, Enver Paşa iktidarında kesin sonuçlarını verdi.

 

* * *

 

1878'den sonra Ermeni meselesi, iki cepheli yürür. Bu cephelerin biri, yabancı devletlerin hükümet üzerindeki baskı ve müdahaleleridir. Diğeri de, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de bütün vilâyetlere yayılmış olan Ermenilerin, Anadolu ve bilhassa Doğu Anadolu ile Klikya'da, isyancı örgütlenme ve silâhlanmaya girişmeleridir. Fakat gerek dış etkilerin veya dışarıdan yardım ümitlerinin, gerekse iç örgütlenmelerin yarattığı havayla, içerideki bu direniş ve ayaklanma çabaları, bir gün devletin başkentinde de kanlı sahneler yaratmıştır. Bu arada, günahlı veya günahsız, çok sayıda Ermeninin kanı akmıştır. Ermeni hareketlerinin, Abdülhamit devrini kapsayan bu olaylarına kısaca göz atalım...

 

Abdülhamit saltanatından önce ve Abdülaziz'in son devrelerinde Ermenilerin şikâyetleri, Doğu Anadolu'daki bazı mahallî olaylara münhasırdı. Hatta Abdülaziz devrinin siyasî şahsiyetleri olan Âli ve Fuat Paşalar, Doğudaki Ermeniler hakkında koruyucu bir nizamname düzenlemeyi düşündükleri zaman, Fransız mekteplerinde yetişmiş genç, aydın Ermenilere müracaat ettiler. Fakat Abdülhamit'in tahta çıkmasıyle beraber, Ermeniler bahsinde bazı endişe verici olaylar da, iki taraflı olarak kendini göstermeye başlar.

 

 

367

 

Bu arada en göze çarpan hareket, Rusların İstanbul kapılarına dayandıkları zaman Ermenilerin, Rus orduları kumandanı Grandük Nikola’ya bir Temsilciler Heyeti göndermeleri oldu. Heyetin başında, Ermeni patriği Nersis Vartabetyan vardı. Grandükle uzun bir konuşma yapıldı. Meselâ şu satırlar yabancı yazarlardan alınmıştır:

 

«Ermeniler, İstanbul surları önüne gelen Grandük Nikola'ya, bir murahhaslar heyeti gönderdiler.» Victor Berrard. Sultanın Politikası, s. 144.

 

«Rus askeri İstanbul üzerine yürüdüğü zaman, Ermeniler nümayişler yaptılar. Murahhaslar heyeti reisi ve Ermeni patriği Nersis, Grandük Nikola ile gizlice görüştü.» George Gauliss. s. 32.

 

O günlerde, ölüm kalım sancıları geçiren bir saltanatın payitahtının kapısına dayanan bir düşmanın karargâhında yapılan bu türlü temasların yankılarının ne olacağını tahmin etmek güç değildir.

 

Ama patriğin bu ziyareti neticesiz kalmadı. O günün şartları içinde imzalanan Ayastafanos Antlaşmasının 16. maddeni şu şekilde düzenlendi:

 

«Rusya askerlerinin Ermenistan'ı boşaltması ve Osmanlı devletine iadesi, iki devlet arasında münakaşa ve ihtilâfları mucip olabileceğinden, Babıâli mahallî ihtiyaçları nazara alarak, Ermenilerin oturdukları vilâyetlerde derhal ıslahat yapmayı ve Hıristiyanların, Kürtlerden ve Çerkeslerden korunmalarını üzerine alır.»

 

Burada Babıâli; İstanbul hükümetidir. Bahis konusu olan Ermenistan, 1877-1878 harbinde Doğudaki Rus işgal bölgesidir. Halbuki o güne kadar Rusya, Ermeni meselesiyle uğraşmıyordu. Kendi ülkesinin Kafkas kısmındaki Ermeniler de, iktisatça ilerlemiş olmakla beraber, oldukça baskı altındaydılar. Fakat Ayastafanos Antlaşmasının bu maddesiyle Rusya, demek ki Balkanlardan sonra Ermeni meselesini ele alarak Doğu Anadolu’ya bir müdahale vesilesi buluyordu. Bu suretle Ermeniler, kendilerine bir dış yardımcı seçmiş oluyorlardı.

 

 

368

 

Buna müvazi olarak İngiltere de 1878 haziranında, Kıbrıs hakkmdaki Anlaşmaya, Türkiye'deki Hıristiyan tebaanın korunması için kayıt koydurmuş bulunuyordu. Bu Hıristiyan Osmanlılar arasında, bittabiî Ermeniler bilhassa kastediliyordu.

 

Bu ilk teşebbüsler, Berlin Antlaşmasının 61. maddesinde, daha açık ifadelere büründü:

 

«Babıâli, Ermenilerin yaşadıkları vilâyetlerde, mahallî ihtiyacın gerekli kıldığı ıslahat ve tanzimatı (düzenlemeyi) vakit geçirmeden yapmayı ve, Ermenilerin emniyetini Kiirtlerden ve Çerkeslerden koruyacağını taahhüt eder. Babıâli, bu hususta alacağı tedbirleri, muayyen vakitlerde devletlere bildirecek ve devletler de, bu tedbirlerin yerine getirilmesine nezaret edeceklerdir.»

 

Ermenilerin oturdukları vilâyetlerden; Van Gölü'nün kuzey ve güney yanları, Sason havalisi, Erzurum, Muş, Bitlis, Diyarbakır, İskenderun, Zeytin, Maraş ve Adana sahaları kastediliyordu.

 

Hulâsa bu Antlaşma kayıtları ile, artık Ermeni meselesi resmen sahnedeydi. Fazla olarak bu mesele, koruyucu ve nezaretçilerini de bulmuştu. Şimdi iş, ya bu ıslahatın yapılmasına, yahut da hükümetin bu ıslahatı yapmaya mecbur edilmesine kalıyordu. Bu mecbur ediliş de, elbette ki, ya Berlin Antlaşmasına imza koyan devletlerden, yani yabancı dış kuvvet ve müdahalelerden gelecekti, yahut da bütün bu kayıtlardan cesaret alan Ermenilerin teşebbüs ve direnişleri, devleti bu ıslahata mecbur kılacaktı. Daha doğrusu bu ıslahata gidilmediği takdirde, hatta dış müdahaleler olmasa bile, dahilde birtakım karışıklıkların çıkması ve bu arada elbette ki birçok kanların dökülmesi mukadderdi.

 

Dikkati çeken şudur ki, Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı hükümeti, Ermeniler için taahhüt ettiği ıslahatı ele almadı. Bu ıslahat yolunda herhangi bir gayret ve teşebbüs göstermedi. Fazla olarak, bu taahhüdü Osmanlılardan alan devletlerden, meselâ İngiltere, Berlin'de Osmanlılardan bu konuda istediklerini tamamen unutmuş gibiydi. Ermeni hareketinin aktif koruyucusu gibi görünen Rusya'nın ise, -

 

 

369

 

Berlin Antlaşmasından sonra İstanbul'da nüfuzu çok zayıflamıştı. Her halde bundan yararlanmak ve Rus nüfuzunun yerine kendi etkisini yerleştirmek için olacaktır ki İngiltere, padişahın daima allerjiyle karşıladığa Ermeni meselesini hiç kurcalamıyordu. Herlin Kongresinin teşkilâtçısı Almanya ise, Avrupa’da Üçlü ittifakı kurmakla meşguldü. Kayser Wilhelm kendisini, padişahın dostu ve hatta İslâm âleminin bir nevi koruyucusu göstermekle meşguldü. Hulâsa 1890 yılma kadar Ermeni meselesi, Osmanlı siyasetinde ve devletler politikasında uyudu. Kaldı ki Türkiye’de, en verimli tarım işleriyle, ticaret ve zanaat işlerini büyük ölçüde elinde tutan Ermenilere bakarak Türk köylüsü ve kasabalısı, Ermenilerden çok perişan durumdaydı.

 

Doğu vilâyetlerinde komşu yaşadıkları ve devletin dahi müdahale edemediği ilkel bir derebeylik-şeyhlik nizamı içinde bulunan Kürtlerden gelebilecek müdahale ve tehlike ihtimalleri dışında Ermeniler, refah ve serbesti içinde yaşıyorlardı. Kiliseler, din işleri ve mektepler her türlü baskının dışındaydı. Abdülhamit’in çevresi, hatta vezirlik rütbesine de çıkarılmış Ermenilerle çevriliydi. Abdülhamit’in öz hâzinesinin nazırı, bazen de maliye nazırı Ermeniydiler. Sarayın büyük memurluklarında, mahkemelerde, mutasarrıflık gibi büyük idare makamlarında Ermeniler vardı. Bütün vilâyetlerde siyasî işler Ermenilere verilmişti. Hariciye Nezareti’nin muhabere ve idare işleri Ermenilerin elindeydi. Ermenilerin Avrupa’ya tahsile gitmelerine müsaade edildiği halde, Türklere bu imkân verilmiyordu. İstanbul’da yalnız ticaretin değil, bankacılık ve sarraflık işlerinin de başında Ermeniler vardı.

 

Abdülhamit tahttan indirildikten sonra, yaşadığı kapalı hayatta, doktoru Atıf Hüseyin Beye, Yıldız Sarayı’nda, saray nazırlığından, memurluğundan, sarayın tablakârlarma, yani mutfak adamlarına kadar pek çok işlerin Ermenilerde olduğunu söyler. Saray nazırından sarayın kuyumculuk ve elbise müteahhitliğine kadar nice isimler sayar (1).

 

 

(1) Bu konuda: Sadi Koçaş: Tarih Boyunca Ermeniler ve TürkErmeni İlişkileri. 1967. — Çark, Y.: Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler. 1953.

 

 

370

 

Bütün bunlar doğruydu. Ve Doğu’da Ermenilerin Kürtlerden bazı haklı şikâyetleri olmakla beraber, Osmanlıların yerine Rusların gelmesini isteyen Ermenilere rastlanmıyordu. Ama ne var ki, gene de bir şeyler yapılması lâzımdı. İşte bu bir şeyler yapılamıyordu. Bu hava ve gidişatladır ki, Ermeniler içinde ve çoğu Ermeni yarı aydınlarının gayretleriyle, çeşitli direniş komiteleri kurulmaya başlandı. Her zaman heyecanlı ve sınırsız olan Ermeni muhayyilesi ve atılganlıkları, bu komiteleri, süratle Ermeni istiklâli için mücadele eden ve bunun için silâhlanma yolunu tutan komiteler haline getirdi. Halbuki bu istiklâl için Türkiye'nin hiç bir yerinde, Ermeniler çoğunlukta değildi.

 

İlk defa Erzurum’da 1882’de «Silâhlılar Cemiyeti» teşekkül etti. Bazı tevkifattan sonra cemiyet dağıldı. Bu ilk komitenin başında, 1886’da İsviçre’de kurulan sosyalist eğilimli, ama evvelâ nispeten ılımlı Hınçak Komitesi’ni saymalıyız. Bu komitedir ki Paris’te ve 1890-1902-1906 yıllarında Genç Türklerle temaslara geçti. Kongrelere katıldı. Abdülhamit’e karşı direnişte, Genç Türklerle işbirliği yapıyordu. Ama direniş örgütü, yalnız bundan ibaret kalmadı. Taşnaksutyon, Ramgavar, Veragazmiyal Hınçak isimleriyle hepsi siyasî mahiyette çeşitli komiteler kuruldu. Bunlardan Taşnaklar, yani Taşnaksutyon Cemiyeti mensupları, aşırı terör, isyan, mücadele ve istiklâl taraflısıydılar. Bu siyasî cemiyetlerden başka olarak Parekorzagan, Miyasyal ve saire isimleri ile teşekkül eden ve bir bakışta hayırseverlik, yardım gayesi güden cemiyetlerin de idare ve icraatına, çok defa aşırı eğilimli elemanlar hâkim oldular.

 

Realitenin ve imkânların sınırlarını aşan Ermeni nasyonalizmi, yerine oturtulamayan makul mücadele eğilimleri ve hepsinin üstünde, mitolojik masallardan ilham alan ve Ermeni ırkının fıtrî heyecanlarını taşıran tahrikler, Ermeni halkının yarı aydınları ile bir kısım kütlelerini, şiddetle harekete getirmek istidadmdaydı. Bu tahrikleri, meselâ İngiliz başvekillerinden Gladston’un «Ermenilere yardım, insaniyete hizmettir...» gibi, fakat kendisinin hiç bir yükümlülük almadığı telkinler ayrıca besliyordu. -

 

 

371

 

Ermeni önderleri Avrupa’da, Yunan İstiklâl Savaşında Avrupalılarda uyandırılan Yunan hayranlığına benzer bir hava yaratmak için, çok cepheli çaba gösteriyorlardı. Bugün, soğukkanlılıkla düşünüldüğü zaman kabul etmek lâzımdır ki, Ermeni mücadelesinin köklerine, imkân ve realite dışı ölçüler hâkimdi.

 

Gerçi, daha önce de kaydettiğimiz gibi, Ermeni direniş hareketi, daha Berlin Kongresinden önce de yürümüştü. Meselâ Berlin Kongresine Ermeniler hakkında bir muhtıra veren ve daha sonra patrik ve katogikos olan Mığırdıç Harimyan, daha 1857’de Van'da, Varak manastırı dahilinde bir matbaa kurmuştu. «Arziv Vasporagan», yani Vatan Kartalı adında bir gazete neşrine de başlamıştı. Bu Harimyan, 1869'da İstanbul'da Ermeni patrikliğine, daha sonra da Erivan yakınında, îçmiyazin de bulunan asıl dinî merkezin başına katokigos olarak seçildi. Bunun yerine İstanbul patrikliğine gelen Nersis Vartabetyan'ın, 1878’de İstanbul kapılarına dayanan Rus orduları başkumandanının karargâhına giderek, onunla uzun konuşmalar yaptığından daha önce bahsetmiştik. Ama bu vesileyle şunu da söyleyelim ki, İstanbul Ermeni patrikliği, İstanbul'u fetheden Sultan II. Mehmet'in, bir atıfet eseri olarak kurduğu bir merkezdir. Fatih, Anadolu'dan birçok Ermenilerin İstanbul'a naklini sağlamıştı. İstanbul'da zanaatın en önemli kolları o günden sonra Ermenilerin eline geçmişti. Patriklik, 1461'de kuruldu. Çeşitli fermanlarla, selâhiyet ve itibarı sağlandı. 1860'da, patrikliğin yanında, şimdi de mevcut olan «Ermeni Milleti Meclisi Umumisi» kuruldu. Ama Ermenistan istiklâli tabiri remi bir ifadeyle, ancak 1878'de ve yukarda bahsettiğimiz Ayastafanos konuşması sırasında Rus kumandanına arzedildi (1). İstenilen şey, «Ermenilerin bulundukları Doğu vilâyetlerinin, Ermenistan namıyle istiklâline müsaade olunması ve hiç olmazsa bu vilayetlerin, Rus kontrolü altına alınması» (2) idi.

 

 

(1) Ayastafanos’a (Yeşilköy) giden Ermeni murahhas heyetinin başında, Natrik Narsis Vartabetyan vardı. Mığırdıç Harimyan, Horen Narbey, Istepan Papazyan, Mosdiçyan heyetin üyeleriydiler.

 

(2) Ermeni Komitelerinin Amali îhtilâliyesi. Resmî yayın, s. II. 1916.

 

 

372

 

Bütün ayrıntıları ile ele alınmaları bu kitabın konusu dışında kalan gelişmeler üzerinde bu özetlemeden sonra, şimdi biraz da olaylara göz atalım...

 

* * *

 

İstanbul'da daha ziyade Hmçak Cemiyeti gelişmişti. Taşkın davranışları da oluyordu. Hedef, Avrupa devletlerinin dikkatini Türkiye'de Ermeni meselesine çekmekti. Hiç olmazsa, Berlin Antlaşmasının taahhütlerine devleti mecbur kılmaktı. Hmçak şubeleri; başlıca şehirleri ve Ermeni merkezlerini sarmıştı. 1889'da Hmçakların örgütlenmesi çok güçlenmişti. 1890' da, silâh araması vesilesiyle, Ermeni Sanasaryan mektebine siyah bayrak asılması gibi meselelerden, Erzurum’da isyan çıktı. Diğer bazı yerlerde de ufak tefek vakalar baş gösterdi. Fakat en büyük gösteri İstanbul'da görüldü. Aym yıl, Kumkapı Ermeni kilisesinde yapılan kapalı mitingde, Cangülyan adında biri, padişahın Tuğrasıhı ayakları altında parçaladı. Sonra, önde Ermeni patriği olmak üzere bir kalabalık, Babıâli’ye doğru yürüdü. Rus ve İngiliz konsoloslarının bu Ermeni hareketine, teşvikçi bir şekilde müdahale ettikleri yazılır. Demek artık, Ermeni meselesini milletlerarası sahneye çıkarmanın vakti gelmiş sayılıyordu. 1894'te Patrik Matyos İzmirliyan, fiilen Ermeni komitesinin başkanı seçildi. Daha terörist ve aktif bir teşkilât olarak, evvelâ Troşak adı altında, Taşnaksutyon Ermeni Komitesi bu sırada teşekkül etti (1890). Ama, iki komite arasında derhal mücadele başladı. Hmçaklar, İstanbul'da dört tanınmış Ermeni şahsiyetini göz önünde öldürdüler. Nihayet Ermeni meselesinin gelişmesinde önemli bir olay olan Osmanlı Bankası baskını 1896'da meydana geldi. Bu olayın, Patrik îzmirliyan'm malumatı dahilinde cereyan ettiği yazılır.

 

Bu önemli olayı özetlemeden önce birkaç cümleyle, şu oluşları da belirtelim: Abdülhamit'in dış siyasetinde Ermeni meselesi zaman zaman etkili olmuştur. îngilizlerin Ermenilere karşı kayıtsızlığını gördükçe İngilizlere ve İngiltere’de reaksiyonlar belirdiği zaman da Ruslara eğilim göstermek, Padişahın bu siyasetin cilvelerindendi.

 

 

373

 

Berlin Antlaşmasının Ermenillere değinen ıslahat taahhütlerini yerine getirmek, daha doğrusu nereden bakılırsa, bütün halkları için idaresizlikten, yolsuzluktan, çaresizlikten, rüşvetten, eşkıyalıktan bunalan Anadolu’ya el atmak, orada bir şeyler yapmak gayret ve endişesinin ise, Abdülhamit saltanatında bir belirtisi yoktur.

 

Osmanlı Bankası baskınına gelince? 'Olay şöyle cereyan etti:

 

Ermeniler, İstanbul’da yaratacakları gürültülü vakalarla Avrupa devletlerinin dikkat ve müdahalesini çekebileceklerini umuyorlardı. Bu maksatla ve İstanbul’a Rus pasaportuyla gelen birkaç ihtilâlci Kafkas Ermenisinin yanma, İstanbul’dan da fedailer katılarak, 26 ğustos 1896’da silâh ve bombalarla Osmanlı Bankası’na saldırıldı. Baskın gerçi uzun sürmedi. Başlını suçlular, Rus ve Fransız sefaretleri baş tercümanlarının himayesinde ve Fransız Sefaretine ait stimbotla Jirond isimli Fransız vapuruna götürüldüler. Orada büyük ikram gördüler. Ve İstanbul’dan uzaklaştırıldılar. Ele geçenler, bazı sahipsiz zavallılar oldu. Rus Sefareti baş tercümanının Maksimof isimli bır Ermeni olduğunu da kaydetmek yerinde olur. Ama Fransız Sefareti baş tercümanı Rooue de, olayda aynı gayretkeşliği gösterdi. Dışarı kaçamayan bazı İstanbul Ermenileri, Galata, Samatya, patrikhane kiliselerine sığındılar. Bunlardan Armen Aknoni, Samatya’da Sulu Manastır tepesinde, Marmara’dan gelecek İngiliz donanmasını beklerken, tam bir ümitsizlik içinde intihar etti. Çünkü onlara, İngiliz donanmasının yolda olduğu söylenmişti. Tevkif edilenler arasında da intiharlar oldu. Böylece Ermeni karışıklıkları, artık kanlı safhaya girmiş bulunuyordu. Bu kanlar, gerek Anadolu’da gerek İstanbul’da bol bol döküldü.

 

Abdülhamit ise, Doğu Anadolu’nun o zaman kuş uçmaz, kervan geçmez sayılan bölgelerinde bir müttefik güç bulmuştu: Kürtler! Kürtler, Rusya’daki Kazak alaylarına benzer bir şekilde teşkilâtlandırılmış, silâhlandırılmıştı. Bunlara Hamidiye Alayları adı verilmişti. Özel ve Kazaklarınkine benzer kıyafetleri vardı. Süsleri, nişanları, kendi aşiretlerinden kumandanları vardı. Bu aşiretler, Ermenilerin yaşadıkları yerlerde, Ermenilerle karışık bulunuyorlardı.

 

 

374

 

Hamidiye Alaylarına, Nizam Ordusunun da pek sözü geçmezdi. İşte bu silâhlı birlikler, yani hem sivil, hem asker alaylar, Ermeni karışıklıkları sırasında, muhakkak ki çok sorumsuz davrandılar.

 

Zaten Muş civarında, usulsüz, gelişigüzel vergi toplamaktan doğan bir fiilî direniş, daha 1892'de görülmüştü. Bunu diğerleri takip etti. İlk büyük ihtilâl, Sason'da 1894’de patladı. Sason, Van Gölü güneyinde, Muş civarında Talori Dağları eteğinde dağlık bir bölgede kalabalık bir kasabaydı. Kasaba, hem Kürtlere, hem hükümete vergi veriyordu. Nüfus hakkında rakamlar çeşitli ise de, bölgede en az 12.000 kadar Ermeninin oturduğu bilinir. İhtilâl patlak verince, telefat çok oldu. Bunun üzerine Sason'a bir yabancı tahkik heyeti gönderildi. Ama tahkik heyeti, ıslahat heyeti demek değildi. Hastalık baki kaldıkça, kanlı krizler devam edip gidecekti. Tahkikat; yalnız Sason' da değil, baskına uğrayan bütün bölgelerde yürütüldü. Kasabaları yakanların, insanları öldürenlerin askerlerle Kürtler olduğu anlaşıldı (1). Fakat Abdülhamit, bu hareketleri idare eden kumandana, nişan vermek, taltif etmekle yetindi. Halbuki devlet demek; idare demek, elbette ki terör demek değildi.

 

Kaldı ki, karışıklık, Sason olaylarından ibaret kalmadı. Diyarbakır da kanlı olaylara sahne oldu. Ekimin 31'inde dinî reisler, hükümete baş vurarak, çoktan beri hazırlanan kanlı baskının ertesi günü yapılacağını valiye haber verdiler. Ertesi gün öğleden sonra, beklenen olaylar patlak verdi. Halk, Hıristiyan mahallelerine hücum etti. Kanlı boğuşma, daha doğrusu kan ayini, üç gün üç gece sürdü. Bu olaylar hakkında yabancı sefaretlere, konsolosların gönderdikleri raporlarda, 1191 ölü ve 286 yaralıdan bahsediliyordu. Olaylar; Amasya, Tokat, Sivas, Muş, Van, Trabzon’a kadar yayıldı. En kanlı sahneler, Çukurova tarafından ve Cebelibereket sancağının Zeytin kasabasında cereyan etti. Burada Ermenileri daha faal görüyoruz. Zeytin, eskiden beri karışıktı. Daha 1861’de ve kendisine Prens adı verilen biri, «70.000 kahraman Ermeni» namına III. Napolyon'a müracaat ederek, «Zeytin’in lstiklâli»ni istiyordu.

 

 

(1) Mavi Kitap, s. 233. 1896.

 

 

375

 

1895’te hareket, tam bir isyan şeklini aldı. Dağlı Ermeniler de harekete katıldılar. Bütün bu isyanların sayısını Ermeni yazarlar 41, hatta 57 olarak kaydederler (1). Erzurum olayları ise ayrı bir önem taşır.

 

Bütün ayrıntılarıyle işlenmesi, konumuzun dışında kalan bu olaylar, hatta bazı bölgelerde 1850 sonlarından başlayarak, çeşitli eserlerde, çeşitli açılardan anlatılır. Bütün bu olayların temelinde idare zaafının, hatta aczinin etkisini belirtmekte hata yoktur. Bu kanlı olayların İstanbul’daki sahnelerine ise fazla girmek istemiyoruz. Ama şöyle bir özet verebiliriz:

 

İstanbul’daki karışıklıklar ve kanlı boğuşma, 1896 ağustosunda Osmanlı Bankası’na yapılan baskınla başlamıştı. Ermenilerin dar bir çerçevede kalacağını sandıkları baskın, bazı semtlerde, geniş bir halk saldırısıyle karşılaştı. Haliç ve hele Kasımpaşa gibi bölgelerde çatışmalar, bazen toptan öldürmeler şeklini aldı. Bu olaylar üzerine Avrupa devletlerine muhtıralar yağdıran Ermeni komitelerinin 100.000 Ermeni kurbanından bahsetmeleri mübalağalı olsa bile, 1895-1896 olaylarında, iki taraftan çok kan döküldüğü muhakkaktır. Abdülhamit’e işte bu vakalar dolayısıyledir ki ve evvelâ galiba İngiliz parlamentosunda söylenen bir tabirle, Avrupa basınında Kızıl Sultan adı verildi. Bu sıfatta bir doğruluk payı bulunduğu gizlenemez. Bu arada Ermenilerin, Abdülhamit’e 25 temmuz 1905 cuma günü bombalı, fakat başarısız suikast olayını da hatırlatmalıyız.

 

Bu olayların yatıştırılmasından sonra, bir taraftan Ermeni teşekküllerinin Avrupa devletlerine müracaatları, diğer taraftan Avrupa devletleriyle Babıâli arasındaki çekişmeli muharebeler uzadı gitti. Ermenilerin istekleri şu noktalarda toplanıyordu:

 

— Büyük devletler tarafından intihap edilecek fevkalâde bir komiserin Ermenistan'a tayini,

— Valilerle mutasarrıflar ve kaymakamların, bu vali tarafından intihap edilerek, padişah tarafından tayini,

 

 

(1) Osman Nuri: Abdülhamit. s. 860-867.

 

 

376

 

— Avrupalt zabitlerin kumandasında olmak üzere, yerli ahaliden milis, jandarma ve polis teşkili,

— Tahsil edilen gelirlerden dörtte üçünün, mahallî ihtiyaçlara sarfı,

—, Eski ve ödenmemiş vergilerin affı,

— Avrupa usulünde adlî ıslahat yapılması,

— Mezhep, maarif ve matbuatta tam serbestlik,

— Beş yıl müddetle vergiden muafiyet, sonra da karışıklıklardan meydana gelen kayıpların karşılanması,

— Gaspedilen menkul malların iadesi,

— Ermeni muhacirlerinin serbest bir surette avdeti,

— Büyük devletler murahhaslarından, geçici bir komisyonun tayini ve bu komisyonun, Ermenistan'ın belli başlı şehirlerinden birinde yerleşerek, bu ıslahatın icrasını denetlemesi...

 

Fakat o tarihlerden sonra Abdülhamifin hareket tarzı, şartları düzeltmek ve yeni olayları önlemek şeklinde olmadı, idaresizlik devam etti. Ve bu hal, 1908 Genç Türkler ihtilâline kadar sürdü. Genç Türklerin Ermenilere karşı davranışı evvelâ, geniş bir hoşgörürlük ve onları unutturmak şeklinde başladı. Ama, ikinci cildin ilgili bahsinde göreceğiz ki, Genç Türkler devrinin ilk yılları da, çok geniş ve kanlı Ermeni karışıklıklarına sahne olarak geçti. Ancak 1914’te ve Birinci Dünya Harbinden öncedir ki ittihatçılar, Doğu vilâyetlerinde ve Avrupalı bir genel vali idaresinde, ciddî ıslahat teşebbüsüne giriştiler (1). Fakat bu teşebbüse de, harp imkân bırakmadı. Harp içinde ise netice, tam bir Ermeni tasfiyesi oldu...

 

* * *

 

AR AFLARA GELİNCE?..

 

Osmanlı imparatorluğunda ve daha önceki bahislerde verdiğimiz istatistiklerden de anlaşılacaktır ki, Türklerden sonra en kalabalık nüfus Araplardı.

 

 

(1) Bu konu, en geniş ölçüde, Cemal Paşanın (Eski Bahriye Nazırı), 1922’de yayınlanan Hatır alarmda yer alır.

 

 

377

 

Araplarla din birliğimiz de vardı. Ama ayrı ırklar arasında din birliğinin, müşterek bir devlet nizamı içinde yaşamak için yeterli olmadığını biliyoruz. Araplarla da aramızda ergeç ve milliyetçi cereyanlar yolundan çatişmaları olması tabiî idi. Kaldı ki Osmanlı imparatorluğunun, kendi sınırları içindeki hâkimiyetinin çok yerde şekilden ibaret kaldığı malumdur. Meselâ Arabistan yarımadasında, Yemen’de, Trablus’ta ve hatta Irak’ta olduğu gibi. Bu bölgelerdeki Arap dindaşlarımız, devlete hemen hiç asker vermezler, vergi vermezlerdi. Yemen’de olduğu gibi de, devletle durmadan kanlı çatışmalar içinde bulunurlardı.

 

Az çok millî şuura sahip Arap aydınlarının ise, daha ziyade Suriye’de görüldüğünü, yani Araplar içinde ve çağdaş anlamda nasyonalist eğilimlerin, evvelâ Suriye’de başladığını kaydetmek yerinde olur. Çünkü diğer Arap bölgelerindeki feodal düzen veya aşiret-kabile bağıntıları Suriye’de gevşemişti. Şehirleşme Suriye’de en göze çarpar seviyeye gelmiş bulunuyordu. Kaldı ki Suriye, Batı Avrupa ve bilhassa Fransa ile en ziyade ilgiler kuran Arap bölgesiydi. Burada gene çağdaş anlamda aktif ve aydın elemanlar, siyasî hayata diğer bölgelerden önce atıldılar. Nitekim 1902’de Paris’te toplanan Genç Türkler kongresine Arap delegeleri, organize Arap teşekküllerinin temsilcileri olarak katıldılar.

 

Ancak bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, Nasyonalist Arap aydınları arasında iftirakçı, yani ayrılıkçı ve istiklâlci cereyan, Ahdülhamit saltanatının sonuna kadar hâkim bir güç almadı. Çünkü onlar da biliyorlardı ki, Osmanlıların hükmü altında olmakla beraber nispeten kendi hayatını yaşayan bu ülkeler, imparatorluktan ayrıldıkları anda, bu sahalara, kendileri için mukadder topraklar gibi bakan devletler, daha doğrusu Fransa, oraları işgal edecektir. Osmanlılarla çatışma veya siyasî görüş ayrılıkları mevcut olduğu halde, Fransa’nın Suriye’de yerleşmesi, bu ülkenin kaçınılmaz bir şekilde sömürgeleşmesi olacaktır. Aynı hal Irak için de böyleydi. Nitekim Mısır’a İngilizlerin yerleşmesi, orada zahiren bir Hidivlik idaresi olmasına rağmen, Mısır’ı bir İngiliz kolonisi veya yarı koloni haline getirmişti. Trablus’ta ise, İtalya’nın maksatları malumdu.

 

 

378

 

Ancak Osmanlı idaresinin büyük kusuru, hatta yalnız Suriye veya diğer Arap ülkelerinde değil, imparatorluğun hiç bir tarafında bir İktisadî kalkınmaya el atmamasıydı. Osmanlılardan ayrılan ülkeler süratle geliştiği halde, Abdülhamit imparatorluğu yalnız yerinde saymakla da kalmıyordu. Her gün biraz daha çöküyor, biraz daha halsizleşiyor, haraplaşıyordu. Hulâsa Abdülhamit hâkimiyeti, yalnız azınlıklara ve nasyonalizm mücadelesine kayan halklara değil, Türkler de dahil olduğu halde, hiç bir topluluğa, hiç kimseye ümit ve cesaret vermiyordu. Böyle bir çöküntü içinde yaşamaktansa, kendi kaderini kendi insiyatifiyle kurtarmaya ve kurmaya çalışmak, yalnız azınlıkların değil, Türkler de dahil olduğu halde, bütün Osmanlı halklarının hakkıydı...

 

Kaldı ki Abdülhamit, Araplarla meskûn bu ülkelerin ilerlemesi için bir şey yapmamakla beraber, Anadolu için gayretleri, meselâ Suriye’den de daha azdı. Sonra, gerek Suriye ve Irak’ta, gerek Hicaz’da Abdülhamit, gerçi halkı değilse bile aşiret reislerini, âyan ve eşrafı her vesileyle koruyordu. Ama âyan, eşraf, şeyhler, türediler, halk demek değildir. Gene vergi ve askerlikte de Anadolu’ya nazaran bu ülkeler, âdeta imtiyazlı haldeydiler. Din, mezhep ayrıntılarında ise hiç bir baskı yoktu. Hatta Hicaz’da Osmanlılar değil, şerif denilen ve peygamber sülâlesinden geldiklerine inanılan yarı hükümdarlar, padişahtan daha nüfuzluydular.

 

Ama gerilik, çöküntü, sahipsizlik ve sefalet, bütün ülkede umumiydi.

 

Arap bölgelerinden Yemen’e gelince? Yemen’e Osmanlı devleti, bütünüyle zaten ve hiç bir zaman hâkim olmamıştır. Yemen, kendi ilkel hayatını yaşadı. Burada Osmanlı hükümranlığı, daima şekilden ibaret kaldı. Fakat diğer Arap bölgelerinden ayrı olarak Yemen, devletin kasasına tek kuruş ve ordusuna tek asker vermediği halde, Yemen’e Türk kanı ve Türk hâzinesi hiç durmadan ve oluk gibi aktı. Yemen’in bu bilinen hazin hikâyesini burada ayrıca deşmeyi yararsız ve lüzumsuz buluyoruz. Kaldı ki bu Yemen isyanları, Yemen’de ve çağdaş anlamıyle, bir millî şuur akımının değil, tamamıyle ilkel bir şeyhliğin, cismanî ve ruhanî bir derebeyliğin işiydi.

 

 

379

 

Kısacası Arabistan yarımadası, Yemen (1) ve Hicaz da dahil olduğu halde, Osmanlı devleti için sadece bir yüktü. Fakat padişahın ne kadar sözden ibaret olsa da, sürdürülen o aldatıcı, o mevhum halifelik, yani dinî liderlik vasfı ve bunun için de mukaddes beldeler sayılan Mekke ve Medine’yi elinde tutmak kanısı, İstanbul’un zaten kıt olan hâzinesinin bir kısmını her yıl, bu şehirlerin halkına ve şeriflere sadaka olarak yollamak gayretini, Osmanlı imparatorlarına yüklemiş bulunuyordu.

 

Hepsinin fevkinde de Osmanlı devleti, sadece Anadolu ve Rumeli’nin Türklerinden derlenen askerlerle, bu geniş toprakların her türlü yabancı istilâlara karşı, ayrıca koruyuculuğunu ve savunuculuğunu da üstüne almıştı. Nitekim ve bu kitabın ikinci cildinde göreceğimiz gibi, .Birinci Dünya Harbinde Türkler; Hicaz’ı, mukaddes denilen beldeleri ve Suriye’yi yabancı istilâcılara karşı, kanlarının son damlasına kadar müdafaa ederlerken, başlarında Peygamber sülâlesinden şerifler bulunan Arap liderleri, İngilizlerle .ittifaklar imzaladılar. İngiliz para ve silâhlarıyle Türklere saldırdılar. Meselâ Mekke’de bu Türk askerlerine karşı, toptan öldürmeler tertip edildi.

 

Bu konuda ve son olarak tekrar edilebilecek olan şudur ki, Araplarda, çağdaş anlamda Millî şuur ve istiklâlcilik akımları, Abdülhamit devrinden daha sonraki zamanda belirdi. Araplarda belki bir nevi Arap taassubu vardı. Ama, millî şuur yoktu. Çünkü kavmiyet taassubu; millî şuur ve birleştirici mefkûre demek değildir. Nitekim bugün de bir Arap taassubu vardır ama, birleştirici bir Arap mefküresi hâlâ yoktur.

 

* * *

 

 

(1) Yemen’in durumu ve meseleleri hakkında bilgi edinmek için:

 

— Memduh (Abdülhamit’in son Dahiliye Nazırı) Yemen kıtası hakkında bazı malumat. Belgeler. 1324 (1908).

— Âsaf Tanrıkut: Yemeniden Notlar. Ankara 1965.

— Zeki Ehiloğlu: Yemen'de Türkler. Ankara. 1952.

— Ş. S. Aydemir: İkinci Adam, cilt I. (İnönü’den hatıra nakilleri).

 

 

380

 

Osmanlı imparatorluğundaki nasyonalizm cereyanları hakkında bu bahiste özetlediğimiz bilgilerin yeterli olduğu kanısındayız. Bunun bir devamı olan ve Makedonya’da Genç TürkIpr ihtilâliyle neticelenen önemli olayları ve mücadeleleri daha sonraya bırakarak, şimdi arada, imparatorluğu meşgul eden diğer bazı meseleler üzerinde de kısaca duralım. Çünkü bunları belirtmezsek, kendisine karşı Genç Türklük ihtilâlinin bir reaksiyon teşkil ettiği Abdülhamit devrini gereğince işlememiş oluruz. Bu değineceğimiz problemlerin esasını, Abdülhamit devrinin başlıca dış mesele veya gaileleri teşkil edecektir...

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]