Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

BİRİNCİ KISIM

 

Abdülhamit Muamması

 

Yakın tarihimizde II. Abdülhamit devrini,

uzun süren bir karanlığın, ruhlarda

yarattığı korku ve mistik bir

uyuşukluk devridir. Bu sebeple, hatta

ondan sonra gelen bazı yazarlar bile, bu

devri, gerçekçi ölçülerle değerlendirmekten

kaçınırlar. Bu suretle bizde,

hatta günümüze kadar süren bir

Abdüihamit mistiği ve muamması, bazı

donmuş ruhlara hâkimdir. Halbuki ortada,

ne mistik, ne de muamma vardır.

 

Bizim yakın tarihimizde il. Abdülhamit

devri, kısaca, son İmparatorluğun

çözülüşünün, çöküşünün ve bütün

dayanaklarını kaybedişinin, basit

hikâyesinden ibarettir...

 

 

 

VII

 

 

DEVLETİN TEMEL DAYANAKLARINDAKİ ÇÖKÜNTÜ:

 

Bir yapının kağşaması, yani onu ayakta tutan denge unsurlarının ayrı ayrı gevşeyip, binanın dayanak mihverlerinin bozuluşu ve çöküntüye yöneliş, daima çok yönlü olur. 1876-1908 devresinde de Osmanlı imparatorluğu, Tanzimatla zaten önlenemeyen, yıkılmaya gidişini, yeni yeni denge bozuklukları ile devam ettirdi. Abdülhamit’in saltanata getirilişi ve Meşrutiyet nizamına yönelişle az çok beliren ümitler, hele Mithat Paşa ve arkadaşlarının uzaklaştırılması, Meclisi Mebusanın kapanışı, önlenemeyen Rus Harbi, Berlin Konferansının neticeleri ile, büsbütün söndü. Abdülhamit’in kendi içine kapanışı, zararlı insanların sarayda nüfuz kazanmaları Ve onun saraya soktuğu jurnalcilik, AbdülhamiVte yarattığı vehim dalgaları ve bu suretle Abdülhamit’in zaten istidatlı göründüğü ruh zaafı ile kendini vesvese ve evhama verişi, bu ümit kayboluşunu daha da güçlendirdi.

 

Nihayet devletin nizamı içeride, mutlak bir istibdat ve despotizme, dışarıya karşı, haysiyet kırıcı bir teslimiyete dönüştü. Avrupa bu aczi ve teslimiyeti, hem kullandı, hem onu durmadan artırdı. Öyle oldu ki, Osmanlı imparatorluğunun, kendi gücüne dayanan bir hayat hakkı ve varlığının hikmeti kalmadı. Devletin varlığı ve kaderi, imparatorluğun hak ve kudretlerine değil, onu parçalamak, yok etmek için kararlı olan, fakat aralarında anlaşamayan yabancı kudretlerin bu anlaşmazlıklarına bağlı kaldı. Ya hepsi bir anlaşmaya varırlar, İmparatorluğu taksim masasına yatırırlardı. Yahut da eğer hep bir arada anlaşamazlarsa, İmparatorluğun mirasına göz dikenlerden biri veya birkaçı, kendi hesaplarına teşebbüse geçip,

 

 

202

 

bu taksime giriştikleri anda, İmparatorluk tarih sahnesinden silinip gidebilirdi. Çünkü, Devletin buna karşı koyacak son güçleri de, aşağıda ayrıntıları ile göreceğiz ki, bizzat Padişahın eli ile, birer birer çökertilip gidiyordu. Meselâ Donanma, meselâ Ordu gibi... İşte bu bozukluk ve ümitsizliktir ki, 1908 İhtilâlini doğuracaktır. Şimdi, bu çöküntüleri yazalım...

 

* * *

 

DONANMANIN ÇÖKÜŞÜ:

 

Abdülhamit’in, güçlükler içinde saltanatına başladığını ve bu güçlüklerin, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi ve saraydan idare edilmek istenilen bu harbin yenilgiyle sonuçlanması ile daha da arttığını kaydetmiştik. Sırbistan’la * muharebe, Karadağ isyanı, Bulgaristan isyanı ve sonra Osmanlı-Rus harbi ile genişleyen bu güçlüklerde padişahın, en iyi yardımcılarını, meselâ Mithat Paşayı feda edişi, elbette ki müessir oldu. 1877 martında açılan ve arada bir tatil devresinden sonra kısa bir süre daha çalışabilen Mebusan Meclisinin süresiz kapatılışı da, onu bu Meclisin desteğinden yoksun bıraktı. Sonra tam 30 yıl 6 ay süren Meclissiz idare, gittikçe hızlaşan devlet çöküntüsünü büsbütün derinleştirdi.

 

Yani Abdülhamit’in saltanat devrinde devlet yapısı, yalnız şu veya bu yanı, yahut şu veya bu müessese ile değil, «bütünü» ile soysuzlaştı. Bütünü ile koflaştı, halsizleşti. Kaderine hâkim, yahut genel kavramı ile hükümran bir devlet olmaktan çıktı. Haysiyetsizleşti ve çöktü.

 

Bu çöküntünün en önemli gelişmeleri, bilhassa Donanma ve Orduda görüldü. Gerçi Abdülaziz bir taraftan bu donanmayı yaparken, diğer taraftan devlet gemisi, her gün bulanan sularda, dümensiz bir tekne gibi yalpalıyordu. Ama Sultan Aziz idaresinden Abdülhamit, yerli millî sanayi temeline ve köklü inşa ve ikmal tesislerine dayanmasa dâ, dışarıdan alınan harp gemilerinden müteşekkil olmakla beraber, güçlü bir donanma devralmıştı. Abdülhamit tahta çıktığı zaman bu donanma, Karadeniz’e hâkimdi. Ve öyle olmak lâzımdı. Çünkü daha sonraları, Karadeniz’de kuvvetli tersaneler inşa edip, hâkim

 

 

203

 

bir deniz gücü yaratan Rusya'nın, henüz sözü edilir bir donanması yoktu. Halbuki 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde Abdülhamit, donanmasını kullanmadı. Çünkü o zaman da donanma, tamamen ihmal edilmişti. Zaten Meclisi Mebusanın kapatılışında da, bir deniz başarısızlığı etkili oldu: Ruslar, Karadeniz’de güçlü olmadıkları halde, içinde Balkan ordularının ikmal malzemesi ile, harekât evrakı bulunan Mersin gemisini çevirmiş, zaptetmişlerdi. Bu olayın Mecliste, şiddetle tenkit edilişi, padişahı sinirlendirmişti.

 

Harpten sonra ise donanma, esas birlikleri ile Haliç’e kapatıldı. Donanmada esaslı bir talim, manevra veya bakıma müsaade edilmedi. Çünkü Abdülhamit, donanmadan korkuyordu. Bu sebeple donanma, Haliç’te tam manasıyle çürümeye terk ediliyordu. Bu durumun en canlı hikâyesini, 14 ekim 1907’den 1908 temmuzuna, yani Hürriyetin ilânına kadar Bahriye Nazırlığı vazifesinde de bulunmuş olan Haşan Rami Paşanın, 1909’ da neşrettiği Hatıralarında buluruz (1). Bu hatıraların, gerçi rejim değişikliğinden sonra neşredilmiş olması, onlarda yeni nizama yaranma ve eski devri kötüleyerek nefsini savunma gibi bir düşünce uyandırabilir., Fakat eser, dikkatle incelendiği ve verilen belgelerle nefsini savunma yolundaki delilleri gözden geçirildiği takdirde, Haşan Rami Paşanın Hatıratının, Abdülhamit devrindeki Türk donanmasının durumu için güvenilir bir kaynak teşkil ettiği görülür.

 

Bu Hatıratta baştan sona ifade edilen, donanmanın akıl almaz perişanlığıdır. Haşan Rami Paşanın da dediği gibi, Haliç’te yıllar yılı yatmaktan su kesimlerine kadar midye bağlayan ve artık köhneleşmiş gemilerin, güvertelerinde tavuk beslendiğini ve hatta bu tavuklara yem olsun diye, sandıklar, bölmeler içinde yonca yetiştirildiğini de, diğer bir eserde okumuşumdur. Bu yüz kızartıcı nakilleri buraya aktarmayacağım. Çünkü sadece Haşan Rami Paşadan alınacak tablolar, donanmanın halini ifadeye yeter. Bu durumu bütün çıplaklığı ile meydana vurduğu sahneler bilhassa, 1897’de Osmanlı-Yunan

 

 

(1) Haşan Rami Paşa: Hatırat. 1324 (1908). İstanbul. Cilt I.

 

 

204

 

harbi patlayınca bu hantal gemileri Çanakkale'ye sevk etmek emri alındığı zaman görüldü. Bütün hazin gerçekleri ile ortaya çıktı. Fakat biz daha önce, Haşan Rami Paşadan bazı genel müşahadeleri verelim:

 

«Memleketin mukadderatına 33 seneden beri hâkim olan zillet, meskenet ve nizamsızlığı görerek, Akdeniz Filosu Kumandanlığına tayin olunduğum 1312 (1896) yılından beri sarayla muhabereye girişmiş, o tarihten beri, saray başkâtipliği vasıtasıyle alman padişah emirlerine cevaplar verilmiş ve ayrıca, kendi adıma da muhaberelerde bulunmuşumdur. Bütün bu maruzat, mahv ve perişan edilen bahriyenin ıslahına, saraya verilen jurnallerin (yapılan ihbarların) nazara alınmaması, hafiyeliğe (ihbarcılığa) yönelenlerin cezalandırılması, Bahriye Nazırı Hüsnü Paşanın yağmacılıklarına son verilmesi, zavallı ve mübarek vatana merhamet edilmesi içindi. Bu ifadelerim, daima numara ve tarih kayıtları ile cereyan ederi yazılı belgelerdir. Ait olduğu makamlarda da kayıtlı ve saklı olmak lâzım gelir.»

 

Haşan Rami Paşa bunların asla nazara alınmadığını hatıralarında her vesile ile anlatır. Ve nihayet kendisinin de Nazırlığa, ancak bahriyedeki disiplinsizlik en son hadde vardığı zaman ve istemeyerek getirildiğini yazar. Nitekim Nazır olduktan sonra da saraya veya özel vükelâ toplantılarına asla davet edilmediğini kaydeder. Abdülhamit’i de tek bir defa, o da Nazır tayin edildiği gün gördüğünü kaydeder. Bu tayin sırasında Haşan Rami Paşa, donanmanın halini şöyle tarif eder:

 

«Nezarete tayin olunduğum zaman bahriye mensuplarını, miskinlik illetine uğramış halde buldum. Tersane tesislerinin ise, hiç biri işlemiyordu. Bahriyece mühim olan havuz kapıları da haraptı. Torpito istimbotları kıçtan karaya bağlanmıştı. Alt tarafları demir hamızı tutmuştu, çürüyorlardı. Bitiyorlardı.

 

Kasımpaşa kahvelerinde esnemekle vakit geçiren biçare bahriyelilere daima tesadüf olunurdu. Askerler, silâh

 

 

205

 

kullanmanın en basit kaidelerini dahi bilmiyorlardı. Gerçi durmadan jurnal edildim. Ama işime devam ettim.

 

Bahriye Nezaretini borca boğulmuş buldum. Ne para veriliyordu, ne de itibar kalmıştı. Ayrılan bütçenin, ancak üçte birinin verilmesi âdet haline gelmişti...»

 

Haşan Rami Paşa güya filo kumandanlığı vazifesinde bulunduğu zamanki müşahadelerini de sıralar. Fakat Nazır olduğu zaman da aynı engellerle karşılaşır:

 

«Askerleri okutturmaya kalkıyordum. Ertesi gün (Olmaz!) diye bir padişah emri tebliğ ediliyordu. «Gemilerin hiç biri yerinden kımıldamayacak/» diye irade geliyordu.

 

Askere aylık vermek için para istiyordum. Saraydan: «Para olmadığı, idare edilmesi» lüzumu tebliğ ediliyordu.

 

Paradan, maaştan vazgeçtik, erzak, tayinat için bir şeyler veriri diye, saraya kadar baş vuruyordum. Fakat o da aksayıp duruyordu.

 

Ne bahriyede, ne serasker kapısında (Harbiye Nezareti), hatta ne de mâliyede, kendi başlarına on para sarfetmek iktidarı yoktu...»

 

Haşan Rami Paşanın filo kumandanı olarak 1897 OsmanlıYunan harbine ve bu donanmanın harp edemeyeceği, harbe hazır olmadığı hakkmdaki çırpınmalarına rağmen, donanmanın Çanakkale'ye şevkinin hikâyesini aşağıda özetleyeceğiz. Fakat bu uyarının karşılığı da, muharebe bitince kendisinin, Çanakkale'ye sürgün edilmesi olur. Orada ikamete memur edilir. O devreyi de şöyle anlatır:

 

«Çanakkale'de sürgünlüğüm 10 yıl sürdü. En sık verildiği zaman bile ancak iki ayda bir verilen maaşlarda, Çanakkale en geriye bırakılıyordu. Mürettebat, gemilerin icabında atılan ikinci demirlerini bile alamayacak kadar azaltılmıştı. Yeni asker verilmiyordu.

 

Nihayet gemiler çürüdü, içlerinde asker barınamayacak hale geldi. Subaylar bile kamaralara, şemsiyeleri açık olarak girer çıkar oldular. Çürüklük bir raddeye vardı ki,

 

 

206

 

artık bu gemilerin kalafat edilmeleri bile imkânsız hale geldi. Tamirat için yazılan yazılar, hep hasır altı ediliyordu.»

 

Çanakkale’de ise, gemileri tamir için çekecek havuz yoktu. Yukardan beri belirtilen şartlar altında böyle bir donanmanın harp edemeyeceği aşikârdı. Yani Sultan Aziz’in ağır borçlar, pahalı bedellerle almış olsa da meydana getirdiği donanma, Abdülhamit’in elinde bu hale gelmiştir. Küçük Yunanistan ise, kendine göre güçlü ve hareketli bir Donanma yaratmıştı. Nitekim 1897 senesi martında artık Yunan harbi kaçınılmaz görününce, Haliç’te çürüyen donanmaya saraydan, Çanakkale’ye hareket emri verilmişti. Verilmişti ama, donanma, hareket edecek halde değildi ki?

 

19 mart 1897 günü akşamı Mesudiye, Hamidiye, Aziziye, Osmaniye zırhlıları ile bir korvetten ve üç birinci sınıf torpitodan müteşekkil bir donanma kolunun Haliç’ten kımıldayıp Unkapanı köprüsünü geçişi «muvaffakiyet ve selâmetle hareket» olarak padişaha arzedildi! Ama Unkapanı köprüsünden daha Eminönü köprüsüne gelirken fiyaskolar başlar. Bu arada amiral gemisi olan Mesudiye’nin sekiz kazanından üçü patlar. Halbuki sahiller, balkonlar, damlar, Osmanlı donanmasının Marmara’ya çıkışını seyretmek isteyen, yerli-yabancı insanlarla doludur. Ondan sonra da patlamalar birbirini takip eder. Bu hazin hali Haşan Rami Paşa şöyle anlatır:

 

«O esnada gemilerin güvertelerine bir göz gezdiren bulunsaydı, ne derecelerde perişanlığın ve gelişigüzel hareket olunduğunun gerçeklerini görürdü. Donanmanın mürettebatını, birkaç gün önce memleketlerinden gelmiş acemi efrat teşkil ediyordu. Sarayburnu bin müşkülâtla dolaşılıp Yeşilköy hizalarında gemilerin durdurulmasına lüzum görüldü. Ama bu sefer de bir fırtına çıktı. Herbez dubası ise tamamen gözden kayboldu. Gemilerde elektrikli işaret fenerleri ve projektörler dahi yoktu. Yirmi sene evvel kullanılıp, artık terkedilmiş olan ve içerlerine mum dikilen işaret fenerleri dahi tamam değildi. Hamidiye gemisinin ise,

 

 

207

 

hem kazanları patlamış, hem gemi su almıştı.»

 

İşte bu karışıklık içinde gemiler, Çanakkale’ye dahi selâmetle yaramayarak, evvelâ Lapseki’ye iltica ederler. Zaten Marmara’da her türlü irtibat kaybolmuştu. Hamidiye zırhlısında biriken suyu çekmek için ise, diğerlerinde de olduğu gibi, pompa yoktur. 400 askerle tenekeler, kovalarla bu suların, boşaltılması, günlerce devam eder. Bu askerlerin hemen hepsi hastalanır. Çanakkale’den ise amiralliğin ve bütün gemi kaptanlarının padişaha verdikleri raporlar, bu gemilerin harp kabiliyetleri olmadığı hakkındadır. Saraya böyle raporlar vermek de elbette ki kolay değildi. Evvelâ padişahı bin bir kelime oyunu ile övmek, yüceltmek, sonra bin dereden su getirerek, gemilerin harp kabiliyeti olmadığını şöylece anlatmak lâzımdı. Devrin bu bakımdan zihniyetine bir misal olmak üzere, bu raporlardan birinin suretini burada, tam karşılıkları ile yeni dile çevrilmiş olarak veriyoruz:

 

«Yüce Allah'ın bilgili, uyanık, asil padişahı, ekmeğimizin sahibi olan büyük komutanımız, en kutsal büyüğümüz, efendimiz hazretleri, dünyanın sonuna kadar yıllarca sıhhat, sağlamlık ve afiyetle, şan ve şevketle tahtında berkarar olsun, âmin!..

 

Uhdemize düşen görevi, padişah hazretleri efendimizin yolunda, en temiz kalp bağlılığı ile yerine getirmek ve düşmanlarının saldırılarını, her an ve zaman önlemek suretiyle, canımızı feda etmeye hazırız. Bu husus yüksek komutanımızca da bilinmektedir.

 

Ancak ve evvelce birçok defalar, tarih numaraları ile raporlarda arzolunduğu üzere...»

 

şeklinde bu rapor uzayıp gidiyordu.

 

Ondan sonra uzun uzadıya, geminin harap olduğu, harp kabiliyeti bulunmadığı ve emir üzerine yapılan daha ilk top atış tecrübesinde, topların araba ve kızaklarının kırıldığı, topların muattal kaldığı anlatılmaktadır. Nitekim bu yazının sahibi olan

 

 

208

 

«Orhaniye Zırhlısı Komutanı Hafız Hüseyin Bey, bu gemi ile harbe girilmesi, yani verilen vazifenin yerine getirilmesi, devletime Osmanlı milletine ihanet olacağını gösterecektir» şeklinde ifade etmektedir. Bu rapor, «15 temmuz 1313-1897» tarihini taşımaktadır.

 

Kaldı ki, 1897 Osmanlı-Rus harbinde gemi kumandanları, «Harbe katılmak için Bahriye Nezaretinden emir aldıkları zaman da, birer rapor ve dilekçe ile, harbe katılma emrini dinlemediklerini ve evvelce bildirdikleri perişanlığa rağmen, ısrar karşısında, istifa ettiklerini bildirmişlerdir. Osmanlı donanmasının gemileri bu suretle, bir anda kumandasız kalıyordu.» (1).

 

Hulâsa eldeki vesikaların hepsi, Osmanlı donanmasının Abdülhamit saltanatında fiilen çürütülmüş olduğunu göstermektedir. Eğer hareket halinde kazanlar patlamasa dahi, elde edilen sürat 4-5 mil kadardı! Topların ise, hepsi ıskartaydı...

 

İstanbul’dan gönderilen uzmanlar ve bir de Alman generalinin önünde yapılan tecrübeler de gösterdi ki, atılan toplar, top kızaklarını parçalamaktadır. Namlular pas tuttukları için bunların kullanılamayacağı neticesine varılmıştır. Mürettebat ise, asker bile sayılamazlar. Atılabilen bir veya iki merminin, yalnız top kızaklarını değil, namluların içini de tahrip edip bunları kullanılmaz hale getirdikleri görülür.

 

Ama bu sırada, küçük Yunan devletinin küçük donanması, Selânik önlerinden ayrılmaz. Her türlü deniz nakliyatını önler. Sahilleri bombardıman eder ve bazı yerlere asker çıkarır...

 

işte Abdülhâmit devrinde 30 parça kadar tutan ve resmî raporlara göre, hiç birinin manevra ve muharebe kabiliyeti olmayan Osmanlı donanmasının hali buydu...

 

Halbuki Abdülhâmit bu donanmayı devraldığı zaman, ve

 

 

(1) Bu konuda raporlar çoktur. Bilhassa 1897 Osmanlı-Yunan Harbi hakkın d aki eserler önemli kaynaklar teşkil ederler. «Belgelerle Türk Tarihi» dergisinin 24 numaralı nüshasında (1969) Abdülhamit Zamanında Türk Donanması başlıklı inceleme ve belgeler, keza konuyu aydınlatıcıdır.

 

 

209

 

Hasan Rami Pașa

 

 

210

 

bazı ihmallere rağmen Osmanlı-Rus harbinin ilânı üzerine Türk donanması, Yunanlılara karşı Adriyatik ve Ege denizlerine hâkimdi. Nitekim verilen emir üzerine «zırhlı ve saire ile nakliye gemilerinden mürekkep 28 parçalık büyük bir Osmanlı donanması, Adriyatik’te Karadağ sahilinde Bar limanından, tam 42 tabur askeri bütün eşya ve mekkâresi ile, Ege denizinde Dedeağaç limanına taşıyabilmişti.» (1). Ama ondan sonra donanma büsbütün kendi haline terkedildi.

 

* * *

 

DEVRALINAN DONANMA?

 

Yukardan beri ve bahriyenin Abdülhamit devrindeki hali üzerinde dururken,, Abdülhamit’in Sultan Aziz devrinden önemli bir deniz kuvveti devraldığına işaret etmiştik. Fakat şimdi ve bu donanma bahsine son verirken, akla gelmesi mukadder bir soruyu da cevaplandırmak istiyoruz. Acaba Abdülhamit, Sultan Aziz idaresinden nasıl bir deniz gücü devralmıştı?

 

Biliyoruz ki Abdülaziz, askerî güçlere ve bilhassa donanmaya önem vermiştir. Onda donanma tutkunluğu, hakikaten güçlüydü. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi ve dahilde geniş bir sanayi temeline dayanmasa ve çoğu, yüksek fiyatlarla dışarıdan satın alman gemiler olsa da, Sultan Aziz kendi devrinde, hakikaten güçlü bir deniz gücü yaratmış bulunuyordu. Bu deniz gücü, hepsi de devlet emrinde ve mülkiyetinde olan önemli tesislere, tersanelere dayanıyordu. Bu tesisler ve tersanelerle, onları cihazlandıran fabrika ve imalâthaneler önemliydi. Kaldı ki zırhlı veya zırhsız muharebe ve hizmet gemileri yanında, ayrıca ve önemli deniz nakliye filosu da vücuda getirilmişti.

 

Bu böyle olunca da elbette ki, bunlara gerekli x bir deniz ordusu ve deniz personeli de yaratılmış olacaktı. Nitekim durum da, zaten böyledir. Ve bunun içindir ki her vesile olduk1

 

 

(1) Serasker Rıza Paşanın Hulâsa-i Hatırat’mdan. 1909. s. 25.

 

 

211

 

ça, Abdülaziz’in vücuda getirdiği deniz kuvvetinden, bugün de bahsedilir. Hatta:

 

«— Sultan Aziz devrinde Türkiye dünyada, İngiltere* den sonra ikinci deniz kuvvetine malikti,»

 

diye zaman zaman söylenir ve yazılır.

 

Bu durumu, yani o zaman Türkiye'nin dünyada ikinci deniz devleti olduğu iddiasını, gerekli karşılaştırmaları, yapmadığım için, doğrulayacak veya reddedecek yetkide değilim. Fakat mevcut deniz gücü, tesisler ve kadro hakkında beyanlarda bulunmak için elimizde, resmî bir kaynak vardır. Bu kaynak, Abdülhamifin tahta çıkarıldığı yıl derlenen ve 1294, yani 1877 Devlet Yıllığı (Salnamesi) olarak yayınlanan eserdir.

 

Bu eseri başında, Sadrazam Mithat Paşaya hitabedilen ve Kanun-u Esasî'nin kabulüne dair olan fermanla, Kanun-u Esasî’nin metni vardır. Eserin içinde ve bizi ilgilendirmeyen diğer ayrıntılı bilgileri bir tarafa bırakırsak, bu eserde bizim için önemli olan malumat, bilhassa devletin deniz ve kara güçleri hakkmdaki geniş rakamlardır. Bunlardan anlaşıldığına göre, bu bilgiler o zaman, demek ki gizli veya askerî sır sayılmıyordu.

 

Çünkü bu sayfalarda Deniz ve Kara Kuvvetleri, en küçük ayrıntılarına kadar rakamlandırılmıştır. Şimdi biz bu kaynaktan burada ve evvelâ Deniz Kuvvetlerine ait olan bilgileri özetleyeceğiz. Ancak bu özetlemede, eserin meselâ gemiler hakkında ve milletlerarası terim ve formüllere göre tam olarak verilen teknik güç ve evsafına tabiî girmeyeceğiz. Meselâ silâh ve teçhizat, kadrolar ve saire gibi...

 

Daha ileride Kara Ordusu için de özetleyeceğimiz benzeri bilgilerden, ilk önce Deniz Kuvvetlerimizi görelim. Ancak burada, deniz ünitelerine o zaman verilen ve dünyaca bilinen, fakat şimdi bizim zamanımızda pek kullanılmayan, firkateyn, skona gibi ve gemilerin vasıflarını veren isimleri aynen alacağız.

 

1877 (1294) Salnamesine göre Türk deniz birlikleri şöyle sınıflandırılmıştır:

 

 

212

 

Zırhlı gemiler 17 adet (1)

Korvetler 9 » (2)

İnşa halindeki harp gemileri 4 » (3)

Zırhlı duba 7 » (4)

Ahşap kalyon 4 »

Ahşap skur 5 » (5)

Ahşap korvet 7 »

Ahşap skur skona 5 »

Ahşap skur-navi 6 »

Ahşap gambot 4 » (6)

Vapurlar ve nakliye filosu 6 » (7)

Büyük ve küçük havuz 78 parça (8)

 

Görülüyor ki ortada, çok sayıda bir deniz gücü vardır. Verilen rakamlara göre, bunları işleten asker, subay ve teknisyen kadrosunun da mevcut olması lâzımdır. İşte Abdülaziz’in Sultan II. Abdülhamit’e devrettiği donanma ve destek tesis ve gemileri bunlardır. Yani, Abdülhamit zamanında Haliç’e bağ

 

 

(1) Bunların 6 tanesi bugünkü deyimi ile zırhlıdır. Meselâ Meşrutiyet devrine de yetişen Mesudiye zırhlısı, Asâr-ı Tevfik zırhlısı gibi... Bunların denize indirilişi, tonajları, top taksimatı ve vasıfları, güçleri, hazarda ve seferde asker ve subay mevcutları ve diğer bütün ayrıntılar Salname’de dikkatle gösterilmiştir. Hatta gemilerdeki kılıç sayılarına varıncaya kadar.

 

(2) Salname’de korvetlerle de ilgili bütün bilgiler vardır.

(3) 1877’de İngiltere’de inşa halinde olan 2 zırhlı ve 2 korvet.

(4) Zırhlı dubalardan 5 tanesi Tuna nehrinde donanmanın emrindeydi.

(5) Bir tanesi İzmit tersanesinde inşa halinde.

(6) Tuna nehrinde donanmanın emrinde.

 

(7) Haliç’teki'bu havuzlar, donanmanın inşa ve tamir tesisleridir. Bunlarla birlikte ve çeşitli yerlerde 21 fabrika ve imalâthane vardır. Nihayet, İstanbul Boğaz ve limanında işleyen, yahut Tuna ve Basra’da bulunan gemilerle her türlü depo ve saire tesisleri de Salname’de yer alır. Tarak dubaları ve benzerlerini ise burada kayda lüzum görmedik.

 

(8) Bu 78 parça gemiden ikisi padişahın zatına mahsustu. Skurlu 9, pervanli 13 vapur, en başta zikredilmektedir. Tuna nehrindeki 4 ve Boyana nehrindeki 5 nakliye gemisi de bunlara eklenmelidir. 34 nakliye gemisi de tersane emrindedir. «îdare-i Mahsusa» denilen ve gene devlete ait olan nakliye teşkilâtının emrinde de 11 parça vapur vardır ki; daha .ziyade sivil nakliyata mahsustur.

 

 

213

 

lanıp, bir kısmının içinde tavuk beslenen, güvertelerindeki sandıklarda yonca yetiştirilen, kazanlarının yanması, üzerinde talimler yapılması, zincirden sökülmesi yasak edilen, subayları hırkalı entarili kahve adamları, askerleri ve işçileri de Haddehaneli, Tersaneli gibi kabadayılar şekline girip İstanbul'u haraca kesen donanma budur. O donanma ki, onun 1897'deki durumu hakkında, bizzat bahriye subaylarından ve bahriye nazırından daha önce nice bilgiler okuduk. O zırhlılar ki, 1897 Osmanlı-Yunan harbinde bir kısmının hareketi emredilince, daha İstanbul'daki birinci köprü ile ikinci köprü arasında kazanları patlamıştı. Gemiler su almıştı. Yerli-yabancı uzmanlar, bu gemilerin kızaklarının ilk top tecrübesinde parçalandığını ve toplarının namlularının içleri pasla kaplandığını, hulâsa Osmanlı donanmasının hareket ve savaş kabiliyeti olmadığını, açıkça padişaha arzetmişlerdi...

 

* * *

 

DEVRALINAN ORDU:

 

Abdülhamit saltanatında ve donanma gibi ordunun da nasıl çöktüğüne, halsizleştiğine geçmeden önce, gene Sultan Aziz' den devralmdığı şekilde, yani Abdülhamit'in tahta çıktığı sıradaki ordu teşkilâtımız hakkında kısaca bilgi verelim. Gerçi Abdülhamit saltanatı boyunca da ordu, teşkilât şeması bakımından pek bir değişiklik göstermemiştir. Yalnız kendi içinde erimiş, güçsüzlendirilmiştir.

 

Ordu, tabiatıyle Harbiye Nezaretine bağlı bulunuyordu. Ve Erkânı Harbiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı) da Harbiye Nazırına bağlıydı. Nezarette ayrıca ve geniş kadrolu bir Askerî Şûra vardı. Harbiye Dairesi, Levazım Dairesi, Nizam Dairesi, Muhakemat Dairesi, Sıhhiye Dairesi, Nezaretin ana dairelerini teşkil ediyorlardı. Bunları, çeşitli komisyonlar tamamlıyordu.

 

Orduların en önemlisi, Hassa Ordusu, yani merkezi İstanbul'da bulunan I. Orduydu. Bunun başında ve ordu kumandanı ile beraber, çok sayıda paşalardan teşekkül eden özel bir heyet de bulunuyordu. Ordu, 7 piyade alayı ile, 5 süvari, 1 dragon,

 

 

214

 

1 zuhaf, 2 seyyar topçu alayından teşekkül ediyordu. Bu ordu, bir muhafız ve merasim ordusu niteliği taşıyordu.

 

II. Ordunun merkezi Rumeli'deydi. Onun da başında bir askerî meclis bulunuyordu. 6 piyade alayı ile, 3 süvari alayından, talîa taburlarından, bir seyyar topçu alayı ile, Tuna boyunda, 9 müstahkem mevkideki kale topçularından teşekkül ediyordu.

 

III. Ordu, Bosna'dan Yunanistan'a kadar uzanan Makedonya bölgesini koruyordu. Altı alayla, iki Bosna nizamiye alayından, Yunan sınır alaylarından, talîa taburlarından, beş süvari, bir seyyar topçu, 14 mevkide kale topçularından teşekkül ediyordu. IV. Ordu, gene benzeri kuvvetlerle doğudaydı.

 

V. Ordu, altı piyade, dört süvari ve bir seyyar topçu alayı ile talîa taburlarından müteşekkildi. Gene merkezde, çok sayıda paşalardan bir askerî heyet vardı. VI. Ordu Hicaz'ı da içine alan beş piyade, bir topçu alayı ve kale topçularından meydana gelmiştir. Bu orduya da kale topçuları verilmişti.

 

Askerlik hizmeti; Muvazzaf (genç askerler), Redif (daha yaşlıca askerlerin ikinci kademe askerlik hizmeti) ve Müstahfız, yani yaşlı askerlerin cephe gerisi ve iç muhafaza hizmetleri olmak üzere kademelendirilmişti. Ordu merkezindeki paşaların bir kısmı icabında bu Redif sınıflarına kumanda ediyorlardı. Redif teşkilâtı da her orduda, ayrıca Redif Alayları şeklinde teşkilâtlanmıştı. Redifler, daha ziyade ve ihtiyaç halinde davet olunurlardı. 1877 (1294) Devlet Salnamesi, bu kara ordusu birliklerinin, subay ve asker kuvvetleri ile, top, hayvan ve saire mevcutlarını bütün ayrıntıları ile verir. Abdülaziz, donanma kadar olmasa bile, kara ordusuna da önem vermişti. Şimdi bu özetlemelerden sonra ve bu kısa geriye bakıştan sonra, Abdülhamit devrinde ordunun durumuna ve çöküşüne göz atalım...

 

* * *

 

ABDÜLHAMİT VE ORDU:

 

II. Sultan Mahmut'un soysuzlaşan Yeniçeri Ocağını 1826'da kaldırmasından sonra karşılaşılan en önemli mesele, yeni

 

 

215

 

bir ordunun teşkili idi. Ve bu ordu, elbette ki Avrupa ordularının silâh ve teşkilât vasıflarına uymalıydı. Çünkü kurulacak ordu nihayet, Rusya ve Avrupa komşu devletleri ile karşılaşacaktı. Kaldı ki Sultan Mahmut, derme çatma askerin, devletin varlığında yaratacağı tehlikeleri bilen insandı. Zaten daha I. Abdülhamit 1782’de orduya el atmak istemişti. Fakat bütün bize benzer Şark ülkelerinde olduğu gibi, yobaz softalarla cahil vezirler, işi daha baştan önlemişlerdi;

 

«— İslâm askeri, nizam denilen şiddetle kullanılmaz. Gâvurlar muntazam ordu askerlerini piçhanelerde yetiştirirler, biz piç asker istemeyiz!»

 

Bu tahrikler yalnız padişahı değil, adamlarını da sarmıştı...

 

Bu sebeple II. Mahmut, yeni bir ordu yaratmak işine girerken, ciddî meseleler karşısındaydı. Gerçi softalar ve Yeniçeri artıkları kızgındılar. Ama yılmadı. Kendinden önce III. Sultan Selim’in başına gelenleri de biliyordu. Selim, nihayet hepsi iki alay piyade ile, iki bölük süvariden kurulu mütevazi bir «Nizam-ı Cedit», yani yeni usul asker teşkilâtı kurmak istemiş ve bunu hayatiyle ödemişti. Sultan Mahmut, Yeniçerileri temizledikten sonra daha geniş davrandı. Çünkü devletin artık fiilen ordusu yoktu. Onun meydana getirmeye giriştiği «Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye» evvelâ 12.000 kişi olarak ele alınmıştı. Fakat, softa ve yobaz, gene önüne çıkmak istedi. Saçlı Şeyh denilen bir serseri, Köprü’den geçerken padişahın önüne çıkarak, ona:

 

«— Gâvur padişah!»

 

diye haykırabildi. Yeni asker teşkilâtı kurduğu için de ağzına gelerü söyledi. Ama Sultan Mahmut yolundan dönmedi.

 

Gerçi «Mühendishane-i Bahri», yani deniz mühendisliği ve topçuluğu okulu daha 1773’te, «Mühendishane-i Berri», yani kara mühendisliği ve topçuluğu okulu 1793’te açılmıştı. Halıcıoğlu’ndaki «Kumbarahane», yani topçu okulu da 1792’de kurulmuştu. 1795’te Tersane sahasında da yeni bir mühendis mektebi açıldı. Ama bu okullar gelişememişti. Sultan Mahmut bunlara

 

 

216

 

da el attı. 1834’te «Tıphane-i Âmire ve Cerrâhhane»yi, yani Tıbbiye'yi kurdu ve bir de matbaa ile gazete tesis etti: Tasvir-i Vekâyi...

 

Harp Okuluna gelince? Bir Harp Okulu kurulmak için 1831' de teşebbüse geçildi. Evvelâ Selimiye'de bir «Sübyan» çocuklar sınıfı meydana getirildi. 1834'te Maçka Kışlası'nda iş genişletildi. 1831-1845 arasında ise, Harp Okulu artık şekilleşmişti. 1860'ta ise Erkânıharpler (Kurmaylar) sınıfı meydana geldi. Ama ilk Harp Okulu, eldeki programlara bakılırsa, hâlâ medrese sistemi içindeydi. Bundan başka askerî mekteplere alınacak öğrenciler de, önceden ve daha alt kademede bir askerî hazırlık sınıfından geçirilmiyordu. Bütün bu askerî eğitim müesseseleri, ordunun mektepli subay ihtiyacını karşılamaktan elbette ki çok uzaktı. Onun için orduda subaylar, orduya gelen erlerin, orduda devamlı kalmaları suretiyle subay sınıfına geçerek terfi ediyorlar, generalliğe, mareşalliğe kadar yükseliyorlardı. Bu Alaylı Subaylar sistemi, bizde 1908 İhtilâlinden sonraya kadar devam etti.

 

Alaylı Subaylar, hemen hepsi de okuma yazmaları olmayan, fakat ordu içinden geldikleri için askerliğin havasına alışan insanlardı. Abdülhamit'in de bazı general ve mareşalleri bunlardandı. Padişahın en çok güvendiklerinden Beşiktaş Muhafızı Müşir Haşan Paşa cahil bir Alaylıydı, imzasını atamazdı. Evvelce işaret ettiğimiz gibi, saray muhafızı durumunda Müşir Arnavut Tahir Paşa, Alaylı bile değildi. Kaldırımcılıktan gelmişti. Ama Abdülhamit'ten önce ordu nizamı, evvelâ Sultan Mecit, sonra da Abdiilaziz zamanında oldukça güçlenmiş bulunuyordu. Ama ordular teşkilâtı, bilhassa Abdülaziz zamanında belirli şeklini aldı. Bu teşkilâtın terkibi ve kademeleri, 1877 yılı devlet yıllığından özetlediğimiz gibi, oldukça teferruatlıydı. Abdülhamit, Sultan Aziz devrinden işte bu ordu teşkilâtını devraldı.

 

Fakat Abdülhamit zamanında haksızlıklar evvelâ askerin toplanmasından başlıyordu. İstanbul'dan hiç asker alınmazdı. Oğlunu İstanbul doğumlu kaydettirenlerin çocukları da asker olmazdı. Hıristiyanlar da asker vermiyorlardı. Abdülhamit'in,

 

 

217

 

tahtından indirildikten sonra vö ta ölünceye kadar, Selânik’te ve Beylerbeyi Sarayı’nda doktorluğunu yapan Atıf Hüseyin Bey, günü gününe denilebilecek şekilde tuttuğu notlarda, eski padişahın bir gün kendisine, saltanatı zamanında, Rumlardan asker almayı düşündüğünü anlattığından bahseder. Abdülhamit, gerçi bir sondaj olmak üzere Rum Patriğini çağırmış, onutıla konuşmuştur. Ama patrik, bu düşünceyi uygun bulmaz. Hatta Rumlardan asker alınacaksa, onların Müslümanlarla karıştırılmadan ve müstakil taburlar, alaylar halinde silâhlandırılmasını ister. Ye tabiî Abdülhamit de teşebbüsten vazgeçer.

 

Sonra zengin ve ağa çocukları da askere alınmıyordu. Çünkü orduda «Bedel-i Nakdî» usulü vardı. Parası olan, oğlunu askere göndermez ve bunun yerine, galiba 20 lira kadar para öderdi. Bu parayı ödeyen, asker olmazdı. Bundan başka, bir zengin oğlunun yerine, diğer birinin askere gönderilmesi de mümkündü. Meselâ fakir ve kimsesiz biri, bu işi üstüne alabilirdi. Bütün bunlardan başka da «Muinsizlik» denilen usul, gene ağaların, beylerin oğullarını askerden kurtarırdı. Muinsizlik, arkada bıraktığına bakanı olmayan, fakat askerliği gelenin, askere alınmaması ve evine bırakılması demekti. Bu da hele köy ağaları için, oğullarını askerden kurtarmak yolunda ve çeşitli oyunlarla kullanılırdı. Askerliği gelince, köyün kimsesiz bir kızı ile nikâhları kıyılan delikanlı, arkada kalan muinsiz sayılarak, askerden kurtulurdu. Yemen, Hicaz, Irak, Trablusgarp, Arnavutluk, Kürt bölgeleri, zaten asker vermezlerdi. Abdülhamit devrinde Osmanlı ordusunun saflarını, İstanbullu, Hıristiyan, Arap, Arnavut, Kürt veya ağa, bey, eşraf çocuğu olmayan kimsesizler doldururdu.

 

* * *

 

BİR SERASKER KONUŞUYOR!

 

Serasker Rıza Paşa, Abdülhamit’in son seraskeridir (Harbiye Nazırı) (1). Bu mevkiye gelmeden önceki askerî hayatı, normal ve parlaktır. Askerliğe çocukluğundan beri meraklıdır. 1

 

 

(1) Rıza Paşa, Harbiye Nazırlığından, 3 temmuz 1908’de, yani ihtilâlden 2 gün evvel uzaklaştırılmıştı.

 

 

218

 

1866’da, yani Sultan Aziz saltanatı sırasında Harbiye’yi bitirerek Şumnu’da (Bulgaristan) orduya katıldı. O tarihten 1891 tarihine, yani Harbiye Nazırlığına tayin olunduğu güne kadar olan askerî hayatı gerçek ve başarılı mücadeleler içinde geçer. Osmanlı-Rus harbine, Karadağ muharebelerine ve devrinin bütün mücadelelerine katılır. Terfileri hızlıdır. 1891 eylülünün dördünde ise, Harbiye Nazırlığı makamına geçer.

 

Serasker Rıza Paşa, 1908’den sonra, en çok aleyhinde bulunulan istibdat ricalinden biridir. Nezareti zamanında büyük bir servet sahibi olduğu doğrudur. Meselâ İstanbul’un Anadolu yakasında, saray büyüklüğünde köşkleri, konakları vardı. Fakat burada biz onun sadece ve başında bulunduğu ordu hakkında görüşlerini vermekle yetineceğiz. Rıza Paşa Nazır olduğu gün, masasına getirilen ilk muamele, ordunun buğdayı olmadığıdır. Bunun üzerine hemen Nezaretin kasa mevcudunu öğrenmek ister. Aldığı cevap şudur:

 

«— Nezaretin, yani nizam (kara) ordusunun kasasında, ancak 264 kuruş vardır!..» (1).

 

Şimdi Rıza Paşadan, Osmanlı ordusunun halini takip edelim:

 

«Giyim için lâzım olan milyonlarca arşın çuha, yabancı memleketlerden getiriliyordu. Ayakkabı ve koşumlar için milyonlarca okka deri, dışarıdan getiriliyordu. Fes dışarıdan geliyordu. Buğday, hatta arpa Romanya'dan, Rusya'dan almıyordu. Askerin yağı, dışarıdan geliyordu. Maaşlar, son derece intizamsızdı. Senede umum için ancak, beş altı aylık çıkıyordu!

 

Devletin ordu mevcudu 195.000 kişiydi. Ama Harbiye Mektebi senede, ancak 100 subay yetiştiriyordu. Askerî binalar noksan, depolar harap, boş, subayların hali perişan, erler ise sefil ve elden ayaktan sergerdân düşmüş haldeydiler.

 

Maliye, toptan bir şey vermek şöyle dursun, haftalık tahsisatı bile veremiyordu. Müteahhitlerin ise, ötede

 

 

(1) Rıza Paşa: Hulâsa-i Hatırat. 1909. s. 11.

 

 

219

 

Serasker Rıza Paşa

 

 

220

 

beride başardıkları intisaplara (yani, şuna buna yamanmak) güvenerek, yapmadıkları kalmıyordu.

 

Hulâsa memleketin dayandığı Osmanlı süngülerinin hayatı, bu haldeydi ve tamamen dış memleketlere muhtaç bulunuyordu.

 

Merkez; vilâyetlerden ve vilâyetler merkezden daha fakir, kimsesiz, ruhsuz bulunuyordu. Nereye bakılsa, bir kasvet, redâet (ahlâksızlık) ve zulmet (karanlık) görünüyordu. Zaten 1885’te çıkan Şarkî Rumeli hadisesinde de, askerlerin çırılçıplak olduğu, dost ve düşman herkesin önünde meydana çıkmıştı...»

 

Abdülhamit’in emrinde 17 yıl Harbiye Nazırlığı yapmış olan son seraskeri Rıza Paşanın, bu makama geldiği zaman ordu için tasvir ettiği manzara budur. Ondan sonra kendisinin, bu şartlar altında bir şeyler yapabilmek için gayretlerini anlatır. ilk uğraştığı iş, dışarıdan alman giyim malzemesinin ve yiyecek maddelerinin, içeriden tedarikine çalışmak olduğunu yazar. Filhakika Defterdarda Feshane, yünlü fabrikası ve emsali birkaç tesis, oldukça düzenlenir. Beykoz’da deri fabrikası geliştirilir. Ama yabancı müteahhitler ve meselâ bunlardan, Rıza Paşanın anlattığı Maryano, seraskerin odasına şapkası başında girip, ağzına geleni de söylemek itiyadını kolay kolay terkedemiyorlardı. O zaman Fransa Cumhurbaşkanı Feliks For bile, bize deri satanlardan biriydi. Hulâsa Rıza Paşa, Beykoz tabakhanesinde bir şeyler yapmaya çalışır. Buğday ve arpayı Anadolu’dan getirtmeye gayret eder. Ama Rus Sefareti Baş Tercümanı Maksimof, Rıza Paşaya bu tedbirlerden şikâyetlerini de esirgemez. Çünkü yağ, hububat ve bir kısım deri, hep Rusya’dan almıyordu.

 

* * *

 

MAAŞLAR VE SARRAFLAR:

 

Rıza Paşanın hatıraları bu şekilde devam eder. Bu hatıraları, kendisinin nice defalar padişaha verdiği ve kabul ettiremediği istifaların suretleri de eklenmiştir. Bunlarda kuvvetli uyarılar bulunduğunu da kabul etmek lâzımdır.

 

 

221

 

Rıza Paşa, yukarda bazı noktaları verilen beyanlarında, orduda maaşların intizamsızlığını belirtirken, orduya senede ancak 5-6 maaş verilebildiğini anlatır. Bu önemli konu üzerinde biraz durmalıyız. Bu maaş kısıntısı ve sıkıntısı, Rıza Paşanın Harbiye Nazırlığı zamanında da önlenememişti. Meşrutiyetin ilânına kadar sürmüştü. Hatta 1908 İhtilâli’nin sebepleri arasında, orduya ve hele subaylara uygulanan bu maaşlarını tam olarak ve vaktinde alamamaklığın etkilerini, önemli bir faktör olarak sayanlar vardır. Yalnız orduda değil, sivil idare cihazlarında da maaşlar muntazam verilemiyordu. Bazen üç ay, hiç maaş verilmediği, yahut bazen yarım maaşla işin geçiştirildiği bir gerçekti. Bu halin, ailelerinden çok defa ayrı ve uzakta yaşayan ve her ay evine geçinecek para göndermek zorunda olan subaylar için ifade ettiği hali, tasavvur etmek mümkündür. Halbuki saray mensupları, şuna buna yamanmış ikinci, üçüncü derecede imtiyazlılar, maaşlarını muntazaman alıyorlardı.

 

Ordudaki maaş intizamsızlığını, İsmet İnönü de hatıralarında anlatır (1) :

 

«Maaşlar iki ayda bir verilirdi. Tayın bedelleri, levazım müteahhitlerine kırdırılarak alınabilirdi. Geçim sakıntısı, subaylar arasında şiddetli idi. Subaşlarında bulunanların veya saraya mensup olanların, her ay maaş ve tam tayın bedeli olarak ferah yaşamaları, her subayı kaynar hale getiriyordu. Ruh inzibatını, temeline kadar sarsıyordu.»

 

İnönü’nün bu ifadeleri de durumu açıklayıcıdır. Fakat aşağıdaki nakiller, vaziyeti daha da aydınlığa kavuşturacak mahiyettedir:

 

«Maaş, üç ayda ve bazen daha ziyade bir müddette veriliyordu. Namuskâr insanlar, kahır ve zaruret içinde perişan oluyordu. Bu esnada hafiyeler, casuslar, maaşlarını muntazaman alıyorlardı. Memurlar bütün maaşlarını, bu ilgili dairelerin yüksek memurları ve tekaüt sandığı

 

 

(1) İnönü'nün Hatıraları. 1989. Burçak Yayınları.

 

 

222

 

nazırı ile ortak, bazı sarraflara, muhtekirlere kırdırıyorlardı.

 

Deniz subaylarının maaşı yüzde ona, kara ordusu subaylarının maaşları ise, yüzde yirmi beşe kırdırılıyordu. Sarraflar, vazife ve alın teri hakları olan bu paraların yüzde yirmi beşini subaylara verdikten sonra, geriye kalanını ilgili kimselerle paylaşıyorlardı. Sonra bu çalınan paralar, Erenköy'ünde, Boğaziçi'nde köşklere, yalılara sarfolunuyordu. Dairelerde Tekaüt Sandıkları, Kolaylık (Teshilat) Sandıkları kurulduğu halde, buralardan para almak, memur ve subaylar için mümkün değildi.

 

Zabitandan Yemen'de, Makedonya'da, eşkıya takibi peşinde şehit düşenlerin aileleri, çoluk çocukları, tekaüt sandıkları önünde günlerce melûl, mahzun dolaştıkları halde, hakları olan parayı alamadan evlerine dönerler, aç, biilâç sürünürlerdi. Halbuki saraydan veya sözü geçen bir paşadan elinde tavsiye ile gelenler, birkaç maaşlarını birden alarak, bu dairelerden güler yüzle çıkar giderlerdi...» (1).

 

Bu satırları yazan, o devrin bir ordu mensubuydu. Kaldı ki anlatılan şeyler, bilinmeyen haller değildi. Bir teğmenin, ancak iki yüz elli kuruşu bulan ve tayın bedeli denilen erzak karşılığı ufacık geliri üzerinde de oynanan bu oyunlar, elbette ki padişah tarafından da bilinen gerçeklerdi. Ama seraskerliğe atanıp işine başladığı gün, ordu kasasında ancak 264 kuruş olan bir Nazırın açıkladığı şartlar içinde bu gerçeklere, iflâs etmiş bir devlet mliyesiriin nasıl çare bulabileceği de bir meseleydi. Nitekim Rıza Paşanın kendi Nazırlığı zamanında da bu hal böylece sürdü gitti. Kısacası, bu nizamın, topyekûn değişmesi lâzımdı.

 

* * *

 

TAHSİSAT I SENİYE (PADİŞAHIN MAAŞI:

 

Vaktiyle Sultan Aziz’in altın ihtirası, lüzumsuz ve ihtişamlı saraylara, hepsi de yabancı memleketlerden satın alman lüks 1

 

 

(1) Abdülhamit'in Hayat-ı Siyasiye ve Hususiyesi. 1911. İstanbul.

 

 

223

 

ve gösterişli eşyaya olan merakı, gerçi Abdülhamifte göze çarpmaz. O, korkularının, vehimlerinin verdiği ruh bunalımları ile, Yıldız tepesindeki sarayına kapanmıştır. Bütün saltanat devri orada geçecektir.

 

Ama memurlar, askerler ve maaşa asıl hak kazanmış olanlar, bu haklarını doğru dürüst alamazken, maaşlarını sadaka gibi bekler, yahut dilenirlerken, padişahın tahsisatı (Tahsisat-ı Seniye), hem de kabul edilenin de üstünde olarak, her haftanın başında, muntazaman ödenirdi.

 

Bu hikâyenin en doğrusunu, Abdülhamit’in sadrazamından dinleyelim. Abdülhamit’in yedi defa sadrazamlığa (başvekilliğe) getirdiği Sait Paşa, devrin en değerli belgeleri olan ve az ileride ayrıca temas edeceğimiz üç ciltlik hatıralarında, bu konuyu açıkça anlatır. Bu hikâye, devlet gelirleri üstündeki yabancı kontrollerin bir safhasını da ayrıca aydınlatacaktır. Sait Paşa şöyle yazar (1) :

 

«Yabancı memleketlerde bulunan sefirlerimiz ve konsoloslarımızın çok büyük sıkıntılar içinde oldukları, hemen her gün gelen şikâyetlerden anlaşılıyordu. Bunların tahsisleri gümrükler gelirinden ödenmek gerektiğine göre, bu sıkıntının neden ileri geldiğini Gümrükler İdaresinden sordum. Bana şu bilgileri verdiler:

 

— İstanbul, Trabzon, Samsun gümrükleri gelirlerinin en büyük kısmı, Hazine-i Hassa (yani, saray ve padişah) içindir. Cidde, Yemen, Işkodra ve Preveze gümrükleri gelirleri, askerî idareye gider. Selanik, İzmir, Beyrut, İskenderun ve Edirne gümrüklerinin, yani en gelirli gümrüklerin gelirleri, Düyun-u Umumîye (yabancı borçlar) idaresine gider. Ve bir kısmı da Ruslara tazminat olarak ödenir. Doğrudan doğruya Osmanlı Bankasına yatar. Sefirler ve konsolosların ve sefaret teşkilâtının tahsisatı için de, Bağdat gümrük hasılatı karşılıktır. Ama bu gelirler yetmez. Ve bu sebeple maaşları, ancak kısmen ödenir.

 

 

(1) Şimdi kullanılmayan OsmanlIca kelimeler, bugünkü dile çevrilmiştir.

 

 

224

 

Sarayın ve padişahın (Hazine-i Hassa) haftalık ödemelerini sordum. §u cevap verildi:

 

— Sarayın haftalığı on yedi bin iki yüz elli altındır. Bu haftalık, her hafta sonunda muntazaman ödenir. Asla geciktirilemez. Ve asla borç bırakılamaz.

 

Bu ifadeye göre, elli iki hafta, yani bir sene içinde sultana öd,enen para, sekiz yüz doksan yedi bin altına varır. Halbuki padişahın bütçede ayrılan tahsisatı, beş yüz yetmiş yedi bin dört yüz liradır. Gümrükten ödenen ise, bu tahsisattan üç yüz on dokuz bin beş yüz elli sekiz lira fazla olduğu gibi, dairelerin maaşları çıktıkça sarayın mâliyeden otuzar bin lira aldığını da maaş icmallerinde gördüm. Bazı vilâyetlerin gelirlerinden de, saray için havale alındığını da öğrendim.» (1).

 

Padişahın maaşı, devlet bütçesi gelirinin yirmi, yirmi beşte birini tutar. Bu tahsisata, kendisine ait çiftlikler (Çiftlikât-ı Hümayun) ve diğer her çeşit gelirleri dahil değildir.

 

Sadrazam Sait Paşa, gene aynı ciltte, bu maaşlar bahsini ve devletin malî sefaletini, bütün ayrmtılarıyle de anlatır. Bütün bunlardan şu anlaşılır ki, Osmanlı imparatorluğu, Abdülhamit devrinde, tam bir yoksulluk içindedir. Ve bu yoksulluk, zaten bütçesi gittikçe sefilleşen devlet bünyesinde, şifa bulmaz bir kansızlık halinde sürer gider.

 

Ancak orduda, subayları üzen, yalnız maaş sıkıntısı da değildi. Terfilerde haksızlık, göze batıcıydı. Daha doğduğu gün beşiğinin başına Osmanlı nişanları ve rütbe fermanları dizilen saray çocuklarını bir tarafa bıraksak bile, saray adamlarının oğullarının veya şuna buna çatmış, yaslanmış insanların evlâtları olarak rütbe üstüne rütbe alanların, yahut Abdülhamit’in birtakım hesaplarla şımarttığı, rütbelendirdiği Arap, Kürt beylerinin çocuklarının hali, ordunun ayrıca moralini bozuyordu.

 

Serasker Rıza Paşa da hatıralarında, bu hallerden şikâyetçi görünür:

 

 

(1) Sait Paşanın Hatıratı. Cüt 2/1. s. 118-119.

 

 

225

 

«Askerimizin, subaylarımızın bir kısmı hudutlar üzerinde vatanın selâmeti için canlarını verir, fakat terfiden mahrum kalırlarken, bu hizmetlerle hiç ilgisi olmayan diğer bazılarının terfilere boğulmasına, Allah'ın rızası yoktur. Bunları Askerî Yüksek Komisyonda söyledim. Fakat bir müddet sonra bir melun, bana şöyle hitabetti:

 

— Ben size emir tebliğ ediyorum! Siz bu aldığınız emirleri ifa ve icraya memursunuz!..

 

Ben çıkıp gittim. Bilmem kaçıncı defa olarak istifa ettim.» (1).

 

Şu satırlar da dikkati çekicidir:

 

«Terfi etmek için en emin iki vasıta vardı: Ya saraya intisap etmek, ya nüfuzlu birine damat olmak. Bunları başaranlar, bir iki rütbe birden alarak arkadaşlarını geçiyorlardı. Bu sebeple orduda büyük bir memnuniyetsizlik hüküm sürüyordu. Bu memnuniyetsizlik, inzibatı mahvediyordu.

 

Zaten İstanbul'da Birinci Tümen ve İstanbul Merkez Komutanı olan zatın asıl işi, saraya cariye yetiştirmekti. Ama bu müşir, saraydaki nüfuzundan faydalanarak, padişaha sadık muhafızlar diye, maiyetindeki askerî inzibat memurlarını subay yapıyordu. Bunlardan birkaç sene zarfında albaylığa kadar yükselenler oldu.» (2).

 

Ordudaki bu intizamsızlık, devletin genel teşkilâtında da aynıydı. Bu bahse son verirken, gene îsmet İnönü'nün hatıralarından şu parçayı alalım:

 

«Edirne'ye İstanbul'dan, Hamidiye Süvari Alayları denilen iki alay gönderilmişti (1907). Nefer ve subay, pırıl pırıl parlardı. Bütün subaylar, padişah yaveriydi. İki alayın okur, mektepli yalnız iki kumandanı ve iki muallimi vardı. Onlardan gayri subaylar arasında, okuma yazma bilmeyenler çoktu. Hamidiye Alayları, bütün süsleri içinde,

 

 

(1) Serasker Rıza Paşa: Hulâsa-i Hatırat, s. 23.

 

(2) Osman Nuri: AbdülhamiVin Hususî ve Siyasî Hayatı, s. 1125.

 

 

226

 

yeni bir harbin ihtiyaçları için ehliyetçe eksik halde, fakat saraya mensup kıtaların bir örneği sayılırdı.» (1).

 

Görülüyor ki, orduda eşitsizlik, devrin büyük dertlerinden biriydi. Terfilerin emniyetli bir sisteme bağlanmayışı, haksız himayeler, genç ve kendine güvenen subaylarda idareye ve rejime karşı, ciddî kırgınlıklar biriktiriyordu. 1897’de Osmanlı devleti, Küçük Yunan devletine harp ilân ettiği zaman da, ordu gene aynı haller içindeydi. Bir ay kadar süren ve sonunda Osmanlı devletinin galip çıktığı bu harbin kısa devresinde de muharebe, saraydan idare edildi. O kısa devrede bile, bilhassa Yanya cephesinde gelişen vaziyetler, sarayda -büyük telâş yarattı. Harbi saraydan yönetmeye memur edilen son seraskerin hatıralarında, yaşanılan bu buhranlar etrafıyle anlatılır. Kaldı ki harbin sonunda Türkiye, Yunanistan’dan değil, Yunanistan Türkiye’den toprak kazandı. Bu netice, Abdülhamit devrinde kazanılan tek muharebenin garip bir sonucu oldu...

 

* * *.

 

KAYBEDİLEN TOPRAKLAR :

 

Burada ve bu vesileyle devletin toprak kaybından bahsederken, günümüzde bile bir Abdülhamit masalı, bir Abdülhamit hayranlığı yaratmak isteyenlerin, ara sıra ileri sürdükleri ve gerçekle zerrece ilgisi olmayan bir durumu da aydınlatmalıyız. Daha önce de değindiğimiz gibi, bu gerçek dışı masala göre, Abdülhamit, büyük, ulu bir padişahtır. Ve bu padişah; kendi zamanında düşmanlara, tek karış toprak kaptırmamıştırL

 

Bu kadar gerçek dışı bir davanın, nasıl bir ruh hali ile ve niçin günün reaksiyoner gayretlerinde yer aldığını eleştirmek bu kitabın konusu değildir. Ama bu çeşit ruh halleri, tarihin her devrinde ve her ülkede görünür. Fransa’da bile, hâlâ Kralı bekleyen ve ona şimdiden sadakat yeminleri sunan hasta insanlar vardır. Bu ruh hali, zamanın akışına ve kanunlarına

 

 

(1) İnönü'nün Hatıraları, s. 34.

 

 

227

 

ayak uyduramayan, ama ruhlarında da, köksüz bir benlik ihtirası kaynayan zayıf insanların, içlerinde, ister istemez hissettikleri aşağılık duygularının meydana vuruşudur. Abdülhamit’in, yalnız bir karış değil, evvelâ ve yalnız Berlin Muahedesi ile, hem de imparatorluğun en değerli parçalarından neler kaybettiğini göstermek bile, bu temelsiz gayretleri çürütmek için kâfidir:

 

Berlin Muahedesi neticesinde Avrupa'da hudutlar, hepsi de Osmanlı devleti aleyhine olmak üzere değişti. Üç büyük devletle beş küçük hükümetin sınırlarında değişmeler oldu. Osmanlı devleti, Avrupa’daki topraklarının ve nüfusunun beşte ikisini kaybetti. Bu arazi ve nüfus kayıpları şöyleceözetlenebilir:

 

Kilometre kare / Nüfus

Bulgaristan emareti 69.000 / 2.700.000

Dobruca’dan Romanya’ya verilen 14.400 / 170.000

Tuna, Manastır ve Kosova vilâyetlerinden Sırbistan’a 7.200 / 280.000

Avusturya’ya verilen Bosna-Hersek vilâyetleri 58.700 / 1.100.000

Bosna ve Arnavutluk’tan Karadağ’a verilen 4.700 / 50.000

Yanya vilâyetinden Yunanistan’a 13.400 / 300.000

 

Bu suretle, harpten evvel Osmanlı devletinin Avrupa’da işgal ettiği topraklar 365.300 kilometre kare iken bu miktar 200.000 kilometre kareden daha aşağı düşmüştür. Keza aynı kıtada Osmanlı devleti, nüfusunun da yarısını kaybetmiştir.

 

Fakat zayiat bununla da kalmamıştır. Devlet, ayrıca Kuzeydoğu illeri ile Akdeniz’de de yer kaybetmiştir. Bunlar da şöyle gösterilebilir:

 

Kilometre kare / Nüfus

Erzurum ve Trabzon vilâyetlerinden Rusya’ya ilhak olunan 36.000 / 70.000

İran’a terkedilen Kutur arazisi 150 / 5.000

İngiltere’ye bırakılan Kıbrıs 10.300 / 150.000

 

 

228

 

Bu hesaba göre Osmanlı devleti 1877-1878 harbi sonunda, kesirsiz olarak 210.000 kilometre karesinde çok değerli arazisini ve 5,5 milyon kadar nüfusunu kaybetmiştir. Bu kayıplara, üzerinde şeklen dahi hükümranlık haklarının devam ettiği Romanya'yı da eklemeliyiz. Hulâsa Âbdülhamit’in başkalarına bir karış toprak kaptırmadığı yolunda, son zamanlarda yaygınlaşan değersiz fakat kasitli yayınlar, aslında gerçeğe dayanmamaktadır. Kaldı ki aslına bakılırsa, hürriyetin ilânını ve İkinci Meşrutiyeti hemen takip eden Trablus ve Balkan harplerinde elden çıkan topraklarla, hatta Birinci Dünya Harbi sonunda imparatorluğun çöküşünü ve parçalanmasını hazırlayan şartları da, Abdülhamit saltanatının kronik hale gelen çöküntülerine ve halsizleşmeye bağlamak, pek de yanlış olmasa gerektir. Çünkü göreceğiz ki Abdülhamit, kendinden sonrakilere, zaten kağşamış ve parçalanması gün meselesi olan bir ülke devretti. Bu ülkenin, hiç olmazsa Türklerle meskûn kısımlarının kurtarılabilmesi dahi bir mucizeye bağlı gibiydi. Çünkü Abdülhamit devrinde Hasta Adam olarak adlanan Osmanlı devletini, bu hastanın başında.ve ölümünü bekleyenler, zaten o daha ölmeden aralarında paylaşmışlardı. Meselâ Rus çarı ve Avusturya imparatoru arasındaki Rayhstad Anlaşması, böyle bir paylaşma anlaşmasıydı. Bu paylaşmaya göre Rusya, Anadolu ortalarına kadar iniyordu. Ve bu anlaşmalar, daha sonra da sürüp gidecekti.

 

Kaldı ki Abdülhamit'in imparatorluk topraklarından kayıpları, bunlarla da kalmaz. Tunus üzerinde devletin şeklî hâkimiyeti, onun zamanında (1881) sona erdi. Mısır üzerindeki şeklî hâkimiyet de onun zamanında son buldu. Basra Körfezi’nde Küveyt ve çevresi, onun zamanında İngiliz nüfus bölgesine geçirildi. Hatta bu şeklî hâkimiyetleri sayarsak, Yemen’in karşısında ve Habeşistan kıyılarındaki Musavvaa bölgesine kadar gitmeliyiz. Çünkü Abdülhamit’in saltanat devresindeki olayları ve sınır ihtilâflarını anlatırken, o zamanın sadrazamlarından Sait Paşa ile, gene o zamanın sadrazamlarından Kâmil Paşa,

 

 

229

 

neşredilmiş olan hatıra yayınlarında, bu Musavvaa üzerindeki siyasî çatışmalardan da bahsederler (1).

 

Böylece Abdülhamit, imparatorluğun son devrinde, en çok toprak kaybı veren padişahtır. Onun, saltanatı zamanında bir karış toprak bile kaybetmediği şeklindeki iddialar, gene onunla ilgili olan ve gerçekle zerrece ilgisi olmayan diğer övgüler gibi, ancak yersiz ve değersizdir.

 

* * *

 

KOZMOPOLİT BİR HARİCİYE:

 

Hâriciyeden, bahsetmesek de olur. Çünkü eli ayağı kapitülasyon kayıtları, yabancı imtiyazlar ağı ile bağlanmış, mâliyesinin en gelirli kaynaklarının verimi, yabancı borçlar karşılığında yabancı ellere teslim edilmiş, kendisi fiilen iflâs halinde olan mâliyesi, asker ve memurlarının maaşını bile muntazam ödeyemeyen bir devletin, milletlerarası ilişkilerde hak eşitliğinden, o devlette haysiyetli bir dış politikadan ve bunu yürütecek itibarlı, özgür bir kadrodan söz edilebilir mi?

 

Kaldı ki bu dış münasebetlerde geçerli söz hakkı, elbette ki her devletin İktisadî, siyasî ve en önemlisi askerî gücüne dayanacaktı. Fakat; bir devlet ki, kâğıt üstünde bir imparatorluktur. îktisaden bir yarı sömürgedir. Siyaseten, özgür bir siyaset güdecek güçte değildir. Askerî gücünü, yani ordu ve donanmasını, bu devletin padişahı, isteyerek çökertmiştir. Zaten mülkünün yarısı asker vermez, vergi ödemez. İki yabancı sarrafın şüpheli alacakları için, toprakları işgal edilebilir. Hükümdarının bütün gayreti ise, yalnız günü gün etmek, bunun için de, her gün her isteyene biraz daha bir şeyler bağışlamaktır. O devlet, elbette ki hâriciyesini de kâğıt üzerinde işletecektir. Kaldı ki, kadrosu içinde bazı istidatlı insanlar olsa bile bu hariciye, aslında kozmopolittir de. Düşünelim ki, dış temsilciliklerinin en önemlisi olan Londra sefaretinde, sefir, Türkçe bilmez! Kadro Türkçe konuşamaz! Sefaret, İstanbul'a Fransızca

 

 

(1) Bu konuya ileride ve imparatorluğun 1908’den önceki siyasî meseleleri incelenirken ayrıca değinilecektir.

 

 

230

 

muhabere eder. Hariciye Nezaretinde bütün muhabereleri elinde toplayan, bir Ermenidir. Böyle bir düzen, kozmopolit, yani millî olmayan, mütecanis olmayan bir nizam değil midir? Hariciye nazırlarına gelince? O devirde hariciye nazırları, çok defa yabancı sefirlerle değil, bu sefaretlerin ancak kâtip veya tercümanları, yani üçüncü sınıf insanları ile karşılaşabiliyorlardı.

 

Kaldı ki sadrazam bile bir gün ve başı sıkılınca, ancak bir yabancı sefarete sığınmakla kendini kurtarabileceğini biliyordu. Meselâ sadrazam Sait Paşa olayında olduğu gibi...

 

Evet, gerçi sahnede elbette birtakım sefirler, sefaretler, hariciye nazırları görülüyordu. Elbette bir hariciye nezareti de vardı. Ama nasıl? Haydi bunu da, Abdülhamit devrinde hariciye mesleğine girmiş, merkezde, sefaretlerde ve sefirlik mevkilerinde bulunmuş, bu konuda söz söylemeye yetkili bir hariciyecinin kaleminden öğrenelim. Ve o bize, Hariciye Nezareti ile, meselâ o devirde devletin en önemli dış örgütü olan Londra sefaretinin halini anlatsın (1) :

 

Siyasî hayatımın başlangıcı, maalesef, Osmanlı devletinin, inkiraz ve uçuruma doğru süratle yol aldığı çöküş ve fetret (başıboşluk - karışıklık) devrine rastlar. Bunun için, bu eserde kabataslak çizdiğim tablolar, o zamanın verimsiz, bedbaht mahsullerinin tasviri oldukları için, karanlıktır.

 

1896’da Galatasaray Sultanisini bitirerek, Hariciye Nezareti, Tahriratı Hariciye Kalemine girdim. Her kalemde yüzlerce efendi kayıtlı idi. Ama içlerinde işlerine devam edenler pek azdı. Zaten gelseler, bunları kalem odalarına sığdırmak da kabil olmazdı. Pek mahdut sayıda devam edenler de, ancak öğleden sonraları gelirlerdi.

 

Tahriratı Hariciye Kalemi Müdürü bir Ermeniydi. Ve kalemdeki memurların, bir şeyler öğrenmelerine engel olmak

 

 

(1) Esat Cemal Peker: 40 Yıllık Hariciye Hatıraları. İstanbul. 1952. İbrahim Hilmi Çığıraçan Kitabeyi.

 

 

231

 

için elinden geleni yapardı. Türk memur yetiştirmek istemezdi. Bize âdeta vazife vermezdi.

 

Ama ben nihayet, kalemde mümeyyiz (kalem şefi) olabildim. 1901 yılında da Londra sefaretine memur edildim. Hariciye.Nazırı Tevfik Paşa idi. Ama o vakit nazırlar, resmî daire ile konaklarının dışında hiç kimseyle temas edemezlerdi.

 

Londra'ya gittim. Londra'da sefirimiz, Müsürüs Paşa isminde bir Rumdu. Bunun babası Müsürüs Paşa da daha önce Londra'da sefirimizmiş. Fakat bizim sefirimiz, yalnız Rum olmakla kalmıyordu. Fazla olarak Türkçe de bilmiyordu. Etrafındaki memurlar arasında da Türkçe bilen kimse yoktu. Gerçi Abdülhak Hamit, Sefaret Müsteşarı sayılırdı. Ama sefarete uğramazdı. O, buraya Abdülhamit tarafından, İstanbul'dan uzaklaşsın diye, sanki ikamete memur (siyasî sürgün) olarak gönderilmişti. Hamit'in oğlu da ikinci kâtip olarak sefarette memurdu. Fakat o da dışarılarda büyüdüğü için, Türkçesi çok kıttı. Tueni Bey adında bir ikinci kâtip daha vardı ki, hem Türkçe bilmezdi, hem de amatör memurdu. Tueni bey, bir Suriyeli idi. Onu buraya Abdülhamit sarayının en şerir adamı olan Arap İzzet Paşa tayin ettirmişti. Tek kelime Türkçe bilmezdi. Mevsim kuşları gibi, senede bir defa görünür, sonra kaybolurdu.

 

Tueni Bey, keyf ehli bir adamdı. Lüks eğlence yerlerinde dolaşır, nelerle uğraştığı bilinmez, sefarete uğramazdı ama, avuç dolusu para sarf ederdi.

 

Kala kala bir üçüncü kâtip Danyal Bey kalıyordu. Danyal Bey de Moda koyunda, spor meraklısı zengin lövantenler arasında büyümüştü. Gayet çetrefil bir Türkçe konuşuyordu. Kıyafeti de bir tuhaftı. Yani, yaradılışındaki tuhaflık, kıyafetinde de görünüyordu.

 

Hulâsa bir de, kelimenin tam manasıyle züppe ve tek kelime Türkçe bilmeyen, M. Jolivard isminde tercümanımız vardı. Fransız çapkınlarının Dandy'lerin bağladıkları Lavalier kravatı ve kalın, siyah bir şeride bağlı olarak hiç

 

 

232

 

gözünden düşmeyen tek gözlüğü ile, gece gündüz sarhoş gezer, âlemin dikkatini üstüne çeker, herkes onunla alay ederdi. Sefarethanenin kadrosunu tamamlamak için Recai Efendiyi unutmamak gerekir. Recai Efendi, sefarethanenin imamı idi. Sivri bir sakalı vardı. Fevkalâde şıktı. Londra'nın en büyük terzisi PooVdan giyinirdi. Başından silindir şapkayı eksik etmezdi.»

 

İşte o kadar titiz olan Abdülhamit'i ve Osmanlı devletini, o zamanki dünyanın en büyük merkezinde, yani Londra'da temsil eden hariciye örgütü, yani Londra Sefareti buydu. Onun için, Sefir Müsürüs Paşanın, bu hatıralar sahibini ilk karşısında görünce onu, hem heyecan, hem telâşla ve Fransızca olarak:

 

«— Türkçe bilir misiniz? Türkçe okur yazar mısınız?»

 

soruları ile karşılaşması, müspet cevap alınca da, ellerini oğuşturarak geniş bir nefes alıp ferahlaması, elbette yadırganmaz.

 

Hatıra sahibinin, sefaretin binasını ve iç ahvalini anlatan parçalarını ise, hiç almamak daha iyi olur. Hatıra sahibine göre burası sefaret değil, bir eskici dükkânıydı! Sefaret, hiç bir kabul tertipleyemezdi. Ama sefir, hiç bir daveti kaçırmazdı! Koşarak giderdi. Çünkü Sefir Müsürüs Paşa, zengin bir pintiydi.

 

Gerçi günün birinde sefir değiştirilir. Yerine, Rıfat Bey (Rıfat Paşa. Daha sonra Hariciye Nazırı) gelir. Rıfat Paşa hemen sefaret binasını terkederek lüks bir binaya çıkar. Orasını en pahalı eşyalarla döşer. Alabildiğine davetler verir. Sefaretin ihtişamı dillere destan olur. Ama bu sefirin de karısı Rustur. Zengin, asil bir Rus generalinin kızıdır. Bu general ise, Rus çarının yaveridir. Sefarete hâkim olan artık bu kadındır. Kesenin ağzı da ondadır. Ve Türk Sefaretinin masrafı, Çarlık Rusyasmdan gelir. Rıfat Paşa, daha sonra Hariciye Nazırı olduğu zaman da, Nazırın karısı, o Rus generalinin kızıydı...

 

Bu hatıra ve vesikaları, daha pek çok uzatabiliriz.

 

* * *

 

 

233

 

DIŞ SİYASETİ OLMAYAN DEVLET :

 

Haricî siyasete gelince? Abdülhamit'in bir haricî siyaseti var mıydı? Elbette! Biz bu siyasetin adına «İdare-i Maslahat» siyaseti, yani günü gün etmek, sızıltıya meydan vermemek, her dış meseleyi, o mesele çıktığı zaman ve nasıl mümkünse öyle örtbas ederek idareye çalışmak siyaseti diyebiliriz. Bunun adı ise, düpedüz siyasetsizliktir. Zaten, bin bir kayıt ve kontrol altında bir imparatorluğun, kendine mahsus, uzun vadeli, şahsiyetli ve aktif bir dış politikası nasıl olabilir? Bir imparatorluk ki, ancak, ona göz dikmiş olan komşularının veya yabancı devletlerin, kendi aralarındaki anlaşmazlıklar yüzünden yaşayabilmektedir. Meselâ Ruslar, Ayastafanos'a geldikleri zaman İngilizlerle anlaşabilselerdi, diğer büyük devletleri de peşlerinden sürükleyerek, imparatorluğun hayatına pekâlâ son verebilirlerdi. Fakat kendilerine «Düvel-i Muazzama» yani, Büyük Devletler denilen bu devletler, kendi aralarında o kadar çok ve o kadar karışık davalar üzerinde çarpışıp duruyorlardı ki, bunların bir müşterek anlayışa bağlanması, hiç bir zaman mümkün olmuyordu.

 

Kısacası, 1876-1908 arasında, hükümetin karar ve teşebbüsü ile yürümüş, düzenlenmiş ve neticelendirilmiş hiç bir önemli mesele yoktur. Hatta 1897 Türk-Yunan harbi de dahil olduğu halde! Çünkü onun da sonuçlarını, gene büyük devletler karara bağlamışlardı.

 

Gerçi kendi saltanat devrinde Abdülhamit, bazen İngiliz, bazen Alman siyaseti güder gibi görünür. Devletinin siyasetinde aktif rolü varmış gibi gösterilir. Meselâ biri 1889, diğeri 1898 yıllarında olmak üzere Alman imparatoru, iki defa padişahı ziyaret etmiştir. Birinde Kudüs'e kadar giderek orada, bir nevi Müslüman koruyuculuğu tavırları takınmıştır. Nutuklar vermiştir. 1883'te Alman generali Von Der Golts Paşa Türkiye' ye gelerek, bilhassa Harp Okulu ve Kurmay Okulunda faydalı çalışmalar yapmıştır. Bütün bunlar, Abdülhamit'in arkasını Alınanlara vererek İngiltere ve Rusya'ya karşı cepheler alması gibi aktif hereketler şeklinde yorumlanmıştır.

 

Ama Alman imparatorunun yanında Abdülhamit'in fotoğraflarma

 

 

234

 

bakılınca, yalnız bu resimler bile bu ziyaretlerin havası hakkında bir fikir verirler: Alman imparatoru II. Wilhelm, uzunca boylu, dimdik, çelik miğfer hissi veren sivri uçlu şapkası ve çeşitli nişanları ile, bir Sezar azametiyle dimdiktir. Yanında padişah, sırtından akan birtakım sırmalar, madalyalar altında ezilmiş gibidir. Bir taraftan Kayser’in koluna girmiştir. O ufak tefek görünüşü, bükülmüş beli ve şaşkın yüzünün ifadesi ile, Alman imparatoruna sanki sığınmıştır. Ama Kayser’in seyahati boş geçmemiştir. Anadolu-Bağdat demiryolu imtiyazı başta olmak üzere, ordunun Alman silâhları ile silâhlandırılması işi ve bir sıra borçlandırmalar, bu seyahatin sonuçlarından bazılarıdır.

 

II. Sultan Hamit’in bir de «îttihad-ı İslâm», yani «Müslümanların Birleşmesi» taraftan olduğundan ve böyle bir siyaseti aktif bir şekilde takip ettiğinden bahsedilir. Bu, sadece bir masaldır. Ve elle tutulur tek teşebbüsü ve delili yoktur. Bu arada bir de, Afganlı Cemalettin isminde bir zattan, ve bu siyasette onun rolü varmış gibi bahsedilir. Gerçi bir Cemaleddin-i Efganî vardır. 1838’de Afganistan’ın Kâbil şehri civarında, Es-Âbad mevkiinde doğan bu dikkate değer zat, 9 mart 1897’de ve 59 yaşında olarak İstanbul’da öldü. Padişahtan himaye gördü. Dünyanın çok yerlerini gezmiştir. Çok dil bilirdi. İleri fikirli ve dünya Müslümanlarının cehaletinden, taassubundan, uyuşukluğundan şikâyetçiydi. Hareket (aksiyon) alanlarında değil, fakat fikir alanlarında aktifti. Padişahtan himaye gördü. Ona konak ve maaş tahsis edildi ama, Türkiye’ deki hayatının büyük kısmı, Abdülhamit hafiyelerinin sıkı göz hapsi altında geçti. Zaten onun ateşli ve reformcu mizacı ile Abdülhamit’in uyuşmasına, elbette ki imkân yoktu. Kaldı ki, İngiliz ve Rus ajanlarının da devamlı takibi altındaydı. Güçlü bir fikir ve tartışma adamıydı. Ama bir teşkilât adamı değildi. Dünya yüzündeki Müslümanların birleşmesi işi ise pratik alanda, bugün olduğu gibi o gün de, sadece bir hayaldi.

 

Biz bu konuya, yani îttihad-ı İslâm bahsine ve dünya Müslümanlığına, bu kitabın ikinci cildinde ayrı bir bahis tahsis edeceğimiz için, burada sadece kısa bir değinme ile yetiniyoruz.

 

 

235

 

Zaten kendisi müstakil olmayan, aydın bir din önderleri kadrosuna malik bulunmayan, kendi ülkesi için bile bir İslâm dayanışması kuramamış, yani kendi İslâm halkları olan Arap ve Arnavutlarla da devamlı savaş hlinde olan bir halifenin, hem de milliyetçilik asrında, dünya Müslümanlarını birleştirme hayali, ne kadar gerçek olabilirdi?..

 

* * *

 

İDAREDE BOZULUŞ:

 

II. Abdülhamit 1876’da tahta çıktığı zaman, Tanzijnat (1839) ve Islahat (1856) fermanlarının bütün vaatlerine rağmen, memlekette ve Osmanlı halkları arasında, düzgün işleyen bir idare sistemi kurulamadığını bir daha tekrar edelim. Bu idaresizlik, onun saltanat devresinde büsbütün arttı, kökleşti. Maliye ve vergi teşkilâtı, tapu teşkilâtı, mahkemeler, asayiş, halklar arasındaki münasebetler, her gün biraz daha bozuldu. Öyle ki, 1908 İhtilâli ile rejim değiştiği zaman Osmanlı ülkesinin manzarası, lövantenlerle, yerli Hıristiyan zenginler müstesna, tam bir derebeylik, eşraflık, şekavet ve sefalet içindeydi. Bu konuda, 1909’da Anadolu’da memleketin durumunu olgun bir görüşle anlatan Ahmet Şerif Beyin «Anadolu'da Tanin» isimli eseri (1), çok dikkat çekicidir. Şerif Bey, Tanin gazetesi adına Anadolu’yu dolaşmıştı. Gördüklerini, röportaj şeklinde gazetede yayınladı. Sonra da bunları bir kitap haline getirdi. Bu eser bizde ilk röportaj eseridir. Yazar, müşahedelerini yollardan, hanlardan, kahvelerden, mahkeme odalarından, tapu dairelerinden, mekteplerden, memurlardan ve halktan derler. Tarafsızdır. Bu eseri okurken, 1908’de Abdülhamit’ten devralman Anadolu’yu, onunla beraber gezer, yaşarız. Ve görürüz ki, memlekette her şey soysuzlaşmıştır. Her şey temelden bozulmuştur. Daha doğrusu, ülkede bir idare yoktur. Hak, kanun, asayiş, can, mal emniyeti ve çalışma zevki de yoktur.

 

Mahkemelerde hâkim, kahvelerde tavla oynarken dava halleder. Tapuda mallar, sahibinin haberi olmadan satılır, başkası adına tapulanır.

 

 

(1) Ahmet Şerif: Anadolu'da Tanin. 1909. İstanbul. 336 sayfa.

 

 

236

 

Minicik aylıklı bir tapu memuru, kolayca çiftlikler edinir. Mütegallibe ve tefeci, her şeye hâkimdir. Ankara'da bir Çayırlı Bey, kimsenin haberi olmadan 400.000 dönüme tapu alır. Ve bu arazi içindeki köyler halkı bir gün öğrenirler ki, kendileri bu zatın topraklarında, topraksız köylülerdir.

 

Aynı suretle Rumeli'de Makedonya'yı anlatan ve Selânikli Bahri isimli bir yüzbaşı tarafından yazılan (1908) küçük eser de, basit, iddiasız, fakat temele inen sayfaları ile bize, Rumeli' yi benzer bir açıdan canlandırır. Görürüz ki Rumeli'ye hükümet değil, eşkıya, yahut çeteler hâkimdir. Ve hükümet, Makedonya'da, kendi tebaasıyle harp halindedir. Bu türlü eserlerin sayısı oldukça çoktur. Meselâ Zeki Ehiloğlu'nun «Yemen' de Türkler», Cami Beyin «Afrika’da Türkler - Trablus» gibi eserleri ile biz, Osmanlı imparatorluğunun şu veya bu parçasındaki köksüzlüğümüzü açıkça görebiliriz. Yabancıların imparatorluk sonu Türkiye ve hele Anadolusunu tasvir eden eserler ise, bu ülkedeki anarşiyi anlamak bakımından ilgi çekicidir. Meselâ bunlardan aşağıda bazı parçalar vereceğiz.

 

Kısacası, Osmanlı Türkiyesi bakımsız, idaresiz, asayişsiz ve devletin yer yer kendi halkları ile savaş halinde olduğu, dağları, yolları eşkıyanın sardığı, sahipsiz bir ülkedir. Biz, fetihlerden yüzlerce sene sonra da, ülkeye hâkim değildik denilebilir. Meselâ Mithat Paşanın hatıralarından ve Irak'ta bir sahneyi anlatan şu parçayı, bugünkü dile çevirerek özetleyelim:

 

«Bağdat valiliği, Divaniye-Af ek taraflarındaki aşiretlerden vergi istemeye karar verir. Ama bunun için iki tahsildarla bir jandarma ^göndermek yetmez. Çünkü jandarmaya, tahsildara itaat, ancak Andolu ve Rumeli Türklerinde vardır. Onun için Divaniye-Afek aşiretlerine tahsilat için, 380 kişilik bir tabur düzenlenir. Başlarında bir de albay vardır. Yollar ise eşkıya ile çevrilidir. Ne ise, tabur istenilen bölgeye varır. Fakat başka türlü karşılanır. Bir hurmalığın kenarına konan taburu aşiretler sararlar. Saldırırlar. Asker üç gün üç gece savaşır. Cephane tükenir. Suları da kesilmiştir. Hulâsa Mithat Paşanın anlattığına göre;

 

 

237

 

albay, binbaşı, subaylar ve askerlerin çoğu ile, Divaniye Sancağı Mutasarrıfı da öldürülür. Kaçabilen askerler de Arapların ellerine düşerler. Ama bununla da iş bitmez. Arap tebaamızın saldırısı genişler. Ve bölgeye, yedi tabur askerle 4.000 süvari göndermek gerekir. Devletin Divaniye-Afek’te vergi toplamak teşebbüsü böylece sona erer... Hatta daha sonra bu askerî kuvvet de yetmez. Yeni birlikler sevkolunur.» (1).

 

Şimdi devletin kendi ülkesinde ve halkla münasebetleri bahsinde, bu defa bir yabancıdan parçalar verelim:

 

«Abdülhamit zamanında Mezopotamya'da, ne şahıs emniyetinden, ne devlet nüfuzundan eser kalmamıştı. Meselâ Musul havalisi tamamen Kürt derebeylerinin hüküm ve nüfuzundaydı. Bunların halk üzerindeki zulüm ve tazyiklerini bizzat görebildim. Hele bunlardan ikisi, Viranşehirli İbrahim Paşa ile, Cezireli Mustafa Paşa, birer hükümdar gibi saltanat sürmekteydiler. Hamidiye Alaylarında paşa rütbelerini de taşıyan bu iki şaki, fesatlarını serbestçe yürütebilmek için, Yıldız Sarayı adamlarına rüşvetler veriyorlardı.

 

Böylece Yıldız'a güvenerek, kendi aralarında da muharebeler yaparlar ve* hiç bir takip görmezlerdi. Fazla olarak hatta, o civardaki ordu ve hükümet kuvvetlerinden yardım bile görüyorlardı. Meselâ İbrahim Paşa 1%1'de Sıhar ve Elahef aşiretlerini vurdu. 10.000'den fazla koyun ve yüzlerce at toplayarak, aşiret halkını da büyük ölçüde öldürdü.

 

Bunun üzerine, onun hasmı olan Mustafa Paşa, başka Kürt paşaları ile de anlaşarak, İbrahim Paşa üzerine yürüdü. Fakat bu defa da İbrahim Paşa, Yıldız Srayı'ndaki adamlarını harekete getirerek, saraydan 1.500 piyade ve 500 süvari kuvvetinde devlet askerinin, kendine yardıma verilmesini sağladı.

 

 

(1) Mithat Paşa: Tebsara-i İbret ve Mirât-ı Hakikat, s. 72-75.

 

 

238

 

Cezireli Mustafa Paşa da boş durmuyordu. Musul etrafındaki 50 kadar İslâm ve Hıristiyan köyünü iki sene içinde yaktı, yıktı, tahrip etti. Ekili tarlalar boş kaldı. Fazla olarak, Musul’a inen ticaret yollarını keserek her geçen maldan, malın bedeli kadar haraç alıyordu. Hükümet ise sadece seyirciydi.» (1).

 

Atatürk hatıralarında, 1905’te Suriye’ye sürüldüğü zaman orada, Havran’daki Dürzi isyanlarından bahseder. Bu isyanları bastırmak için gönderilen askerî birliklerin, daha ziyade, halkı ve aşiretleri soymakla meşgul olduklarını, soyulan malların, paraların, hatta ordu subayları arasında paylaşılmasının usul haline geldiğini, bu arada kendisine ve arkadaşı Müfit Beye de altınlar teklif edildiğini, bunu nasıl reddettiklerini anlatır (2).

 

Doğu Anadolu’daki Kürt isyanları ise malumdur. Yemen’e gelince? Orada devlet kuvvetleri ile Yemenliler, yıllar yılı, ardı arası kesilmeyen bir boğazlaşma halindeydiler. Yemen; halk türkülerinde bile «Gidilen, fakat dönülmeyen diyar» olarak yakındırdı. Hicaz’a zaten hâkim değildik. Orada kendilerini Peygamber soyundan sayan, İstanbul’un bağışladığı altınlarla birer hükümdar hayatı süren ve yabancılarla daima temasta olup, isyan edecek vakit bekleyen Şerifler, bizden ve bizimle değildiler. Nitekim Birinci Dünya Harbi içinde Mekke’deki Türk askerlerini toptan öldürdüler. Medine’de çevrili kalan Türk birlikleri ise, Peygamberin mezarını Peygamberin, İngilizlerle birlik olan çocuklarına karşı korumak için, son demlerine kadar çarpıştılar.

 

Kaldı ki Abdüllıamit idaresi, Ermeni azınlığı ile de çarpışıyordu. İstanbul’da, Çukurova’da kanlı olaylar geçti (3). Rumeli’de de Osmanlı ordusu, daha önce de değindiğimiz gibi, Rumeli halkını teşkil eden kavimlerden Bulgar, Sırp, Ulah, Rum ve Arnavutlarla, sonu gelmez harpler halindeydi.

 

 

(1) Dr. Paul Rurbah: Hatt-ı Saltanat, s. 60-62.

 

(2) Atatürk’ten Hatıralar. Derleyen: Falih Rıfkı Atay.

 

(3) Ermeni meselesi ileride işlenecektir.

 

 

239

 

Bütün ülkede dağlar beller eşkıya elindeydi. Hükümet bazı güçlü şakilerle müzakerelere bile girişiyordu. Meselâ Aydm-Ödemiş havalisindeki şaki Çakırcalı ile, vali Kâmil Paşanın temsilcileri arasında anlaşmalar, uzlaşmalar cereyan etmişti. Bölgeye devlet değil, Çakırcalı hâkimdi. Hatta İzmir'in en büyük zenginlerinden İngiliz Vitol ailesinin bir ferdi, hükümetin de muvafakati ile Çakırcalı'yı ziyaret etmişti. İzzet, ikram görmüştü. Böylece Çakırcalı'ya, yani en ünlü şakiye hükümet, bir aralık Kır Serdarı unvanını bile verdi. Yani bölgenin devlete düşen emniyet görevi, bu şakiye emanet ediliyordu...

 

Bu tabloları ciltlerle uzatmak mümkündür. Fakat burada bizim yapmak istediğimiz, 1876-1908 devresinde devlet yapısındaki çöküntüleri, genel hatları ile belirtmektir. Aydınlatıcı misaller vermektir.

 

Devrin eğitim, basın, kültür alanlarındaki sefaleti, tazyiki ve kısıtlamaları da burada aym ayrı incelemeye, bu kitabın hacmi müsait değildir. Ama şu kadarını söyleyelim ki, köylerin hiç birinde devlet okulu yoktu denebilir. Çocukların eğitimi, kendileri de sefalet içinde ve köylünün verebildiği ile yaşayan cahil mollaların elindeydi. İmparatorluğun, meselâ İstanbul'a en yakın şehri ve ordu merkezi olan Edirne’de bile, askerî ortaokul dışında, yalnız bir ortaokul vardı. Muallim mektebi denilecek bir tesis yoktu. Yedi sınıflı yalnız bir sivil idadi mektebi (liseye yakın) vardı. Ve bu cins idadiler, yalnız başlıca vilâyet merkezlerinde mevcuttu.

 

Gazeteler, kitaplar sansüre tabiydi. Bu sebepten gazeteler, ruhsuz, manasız ve biraz da sarayın ihsanları ile geçinen perişan kâğıt tabakaları halindeydi, gürler de sansür ediliyordu. Meselâ edebiyatımızda bir devre adını veren «Servet-i Fünun» mecmuası, sarayca kapatılmıştı. Hele tarih, yasak bilgi haline getirilmişti. Kitapların sansürü, bazen aylarca ve aylarca uzuyordu. Ahmediye, Muhammediye, Buharî gibi dinî, telkini eserlerin bile sarayın emri ile toplatıldığı olmuştu.

 

Hulâsa Osmanlı imparatorluğu, çağın dışındaydı. Abdülhamit ve saray, çağın akışı ile Osmanlı imparatorluğunun varlığı arasında,

 

 

240

 

bir set gibi gerilmişlerdi. Akim ve fikrin etrafına, hiç durmadan engeller, çemberler ve aşılmaz kale duvarları çekiyorlardı. Avrupa'ya seyahat yasaktı. Oraya, ancak, zengin Hıristiyanlarla, imtiyazlı Türkler, yahut firar ederek gidilebilirdi. Kısacası biz, dünyadan kopmuştuk. Halbuki bu arada, Rus despotik idaresi altındaki Rusya bile kapılarını Batıya açmıştı. İlim, sanat, üniversite, müzik, milletlerarası sanat ve bilim şöhretleri Rusya’da, kafileler halinde yetişiyordu. Bizden ayrılan Balkan ülkeleri de, her alanda büyük hızla gelişmekteydiler. General Moltke’nin Mektuplarında (1) bahsettiği köylülerin toprak damlarda, yataksız, yorgansız, paçavralar içinde, başlarının altına yastık yerine odun koyup yattıkları Romanya, süratle Avrupalılaşıyordu. Bükreş, Balkanların Paris’i adını almıştı. Türkiye’ye ise İstanbul’da bile elektrik, telefon yasaktı. Abdülhamit saltanatında, bir üniversite teşekkül etmemişti. Bir aralık ele alman Darülfünun tecrübesi, hemen ardından durduruldu. Mülkiye, Tıp, Harbiye gibi eski okullarda, yabancı neşriyat yasaktı ve hürriyet fikirleri bunların duvarları arkasına, ancak kellesini koltuğuna almış birkaç hocayla, aynı fedakârlığı göze alan ilerici, fakat azınlık bir talebe kadrosu tarafından sokulabiliyordu.

 

Görülüyor ki Türkiye, dünyanın dışındaydı. Dünyanın gerisinde değil, dünyadan-tamamen kopmuştu. Bu ülkede de bir gün sabah olacak mıydı? Yoksa, Namık Kemal’in:

 

Ölürsem görmeden millete ümit ettiğim feyz’i,

Yazılsın senk-i kabrimde, vatan mahzun, ben mahzun!

 

dediği gibi, bu ümit de sönecek miydi? Onun mahzun gittiği gibi, daha nice nice insanlar ve ümitler de mi sönüp gidecektiler? Tevfik Fikret inliyordu:

 

«Bu memlekette de bir gün sabah olursa Halûk?

Evet sabah olacaktır, sabah olur geceler,

Bu mavi gök, size bir gün acır, melûl olma!..»

 

 

(1) Helmut von Moltke: Türkiye Mektupları (1335-1839). Hayrullah Örs. 1969. Remzi Kitabeyi.

 

 

241

 

Elbette ve elbette sabah olacaktı. Ama bu sabah açıldığı zaman biz, acaba artık uyanmak, toparlanabilmek için geç kalmış, kervanı kaçırmış olmayacak mıydık?..

 

* * *

 

BİR SADRAZAM, DEVRİNİ ANLATIYOR:

 

Bu cildin bu kısmın, en yetkili bir görgü şahidinin, ele aldığımız devri anlatan düşündürücü bir eserini de hatırlatmakla sona erdireceğiz. Bu görgü şahidi, Sadrazam SaitJ Paşadır. Düşündürücü eseri de, Sait Paşanın Hatıraları'dır...

 

Sait Paşa kimdir? Sait Paşa 1838’de Erzurum’da doğdu. 1914’te İstanbul’da öldü. Abdülhamit’in saray başkâtipliğinden sonra 1879’da sadrazamlığa getirildi. Sait Paşa, Abdülhamit devrinin en ağır başlı devlet adamıdır. Padişah, onu 7 defa sadrazamlığa getirdi. Ve son sadrazamlığı, 1908 İhtilâli’nden sonra da' bir süre devam etti. Rumeli’de ihtilâl hareketleri başlaması üzerine sarayda toplanan fevkalâde heyete sadrazam olarak başkanlık etti. Padişahı, Meşrutiyetin iadesi kararma sevkeden mazbatayı o hazırladı. 31 Mart İrticai üzerine İstanbul’a gelen Rumeli Harekât Ordusu’nun silâhlarının gölgesinde, Yeşilköy’de toplanan Meclis, padişahı tahtından indirme kararını çıkarırken, bu Meclise de Sait Paşa başkanlık ediyordu.

 

Sait Paşanın Hatıraları üç cilttir. Abdülhamit saltanatının hemen hemen ilk günlerinde başlar. Ve bu saltanatın sonuna kadar devam eder. Abdülhamit devri hakkında hiç kimse, Sait Paşadan daha bilgili ve görgülü olamaz. Kaldı ki Sait Paşa, Abdülhamit’in sarayında başkâtip olarak vazife aldığı ilk zaman da, tecrübeli bir devlet memuruydu. O vakte kadar 22 yıl, çeşitli devlet hizmetlerinde bulunmuştu.

 

Sait Paşa, sakin, fakat kolay baş eğmeyen, karakterli bir insandı, gerçi kısa boylu, gösterişsizdi. Hatta Abdülhamit, tahttan indirildikten ve Selânik sürgününden sonra doktor Atıf Hüseyin Beye naklettiği hatıraları arasında, Sait Paşadan sık sık bahsetmiştir. Sait Paşayı kendisine başkâtip olarak aldığı zaman (o zaman Sait Efendi), onu ilk görüşünü, ondâ her zaman görülmeyen neşeli, alaylı cümlelerle anlatır. Sait Efendi,

 

 

242

 

padişahın odasına girince Abdülhamit onu, şaşkınlıkla karşılar. Karşısında ufak tefek, derbeder kıyafetli biri, kendini yer-, den selâmlamaya çalışır. Ve bu vazıyeti ile büsbütün ufalır, kaybolur. Abdülhamit gülmeye başlar:

 

«—Sen kimsin ayol, hele dur bakayım, kimsin sen?»

 

Ona yaklaşır. Omuzundan tutarak aynanın önüne götürür. Sait Efendi, Abdülhamit’in koltuğu altında kaybolmuş gibidir. Fesi kulaklarına kadar geçmiştir. Ayakkabıları salapuryayı andırır. Yuvarlak sakalı içinde yüzü âdeta görünmez. Sırtına giydiği redingot, dizlerinden aşağı kadar iner. Ama Sait Efendi, bu vaziyette de ciddiyetini, vekarını kaybetmemiştir. Kendinden ve kendine verilecek işi başaracağından emindir. Nitekim Abdülhamit, aynı doktora şöyle bahseder:

 

«— Sait Paşayı çok sevmezdim. Ama değerli adamdıî Bilgili adamdı. Âlimdi. Çok kitabı vardı. Çok okurfıuştu. Benim zamanımdaki devlet adamları arasında, ondan daha bilgilisi yoktu...»

 

Sonra yedi defa sadrazam olan Sait Paşa, işte budur. Çok üstün değerdeki Hatıraları, eski resmî Osmanlıcanın en usta üslubu ile yazılmıştır. Her önemli konu, mutlaka şahitlendirilir, vesikalandırılır. Bence 1876-1908 devrinin, bizim dilimizde en değerli belgesi budur. Bu belgeyi görmeden Abdülhamit’i, komplekslerini ve devrini, zaaflarını ve kuvvetleri ile tanımak mümkün değildir.

 

Bu belgeler de gösterir ki, Abdülhamit bir kompleksler adamıdır. İdaresi güçtür. Vehimli, vesveseli, içten pazarlıklıdır. Samimî hiç değildir. Hatta zaman zaman doğru konuşmaz. Cahildir de. Meselâ tahttan düştükten sonra hatıralarını anlatırken ve daha önce değinildiği gibi, Sultan Aziz’le çıktığı Avrupa gezisinde, Paris’te gördüğü III. Napolyon’dan, Napolyon Bonapart diye bahseder. Bir aralık Meksika’da imparator ilân edilen, fakat orada ve bir ihtilâl sonunda kurşuna dizilen prens Maksimilyen’den, Brezilya imparatoru diye konuşur. Çünkü cihan tarihini ve dünya coğrafyasını bilmez. Devrin entrikalarını anlatır ama, problemlerini anlamaz ve anlatırken karmakarışık eder.

 

 

243

 

Konuşma seviyesi ve üslubu da, hükümdarlık yapmış bir insan, bir imparator seviyesinde değildir. Bazen hikâyeleri, mahalle kahvesi seviyesine düşer. Padişahken ancak dinler ve sorardı. Ama kendi iç düşüncelerini ve öz fikirlerini hiç açıklamazdı. Zaten Abdülhamit'in, yüzüne bakılmaması usuldendir. Hatta bir vezirini karşısına oturtup, ona ikramda bulunsa bile. Bu sebeple Abdülhamit'le konuşmak biraz da, ses vermeyen bir duvarın karşısında, bir meçhule hitap etmek gibiydi. Ve bu hitapların onda uyandırdığı etki veya onu vardıracağı kararlar ise, padişahın nice hesap ve düşüncelerinden hatta nice zaman sonra, hafiften gelen nidalar gibi, bu karar ve iradeleri bekleyenlere ulaştırırdı.

 

Ama etrafındakiler için, Abdülhamit'e ne yaklaşmak, ne de ondan uzaklaşmak kabildi. Abdülhamit'in çevresinde yer alanın artık evi, barkı, özel hayatı ve meşgaleleri yok demekti. Onlar, kendilerini evlerinde, barklarında ve günün her saat ve anında, onun gözleri önünde ve emrinde hissedeceklerdir. En güçlü vezirler bile bu kuralın dışına çıkamaz. Zaten vezirleri veya paşaları, nazırları, İstanbul'un onun görüş ufuklarını teşkil eden bölgelerinden uzaklaşamazlardı. Meselâ Serasker Rıza Paşa, Yıldız Saray ı'ndan bakıldığı zaman görülemeyen bazı semtlerde, Çamlıca arkasında veya Yakacık'ta köşkler yaptırmıştır. Ama oralara da izinsiz gidemez. Rıza Paşa, Meşrutiyetten sonra göçtüğü Fransa ve İsviçre’de, yaptırdığı köşk veya saraylarda bir gece bile gecelemek nasip olmadığını, nice yıllar sonra, bir vatandaşına anlatacaktır (1).

 

Yedi defa sadrazam olan Sait Paşanın da bu 33 yıl içinde,. İstanbul'daki hareket sahası kesinlikle çizilmişti: Nişantaşı'ndaki konağı ile Babıâli'deki Vükelâ Meclisi ve gene evi ile Yıldız Sarayı arasındaki yol! Sait Paşa 33 yılda ve bu yollar dışına adım atmamıştır denilebilir. Çünkü misafirliğe gidemez, misafir de izinsiz kabul edemezdi. Kaldı ki bu çizilmiş istikametlerde de serbest değildir. Bakınız hatıralarında ne anlatıyor:

 

 

(1) Yakup Kadri Karaosmanoğlu.

 

 

244

 

«Padişahın tahta çıkışının ikinci senesinden itibaren, sokakta iki hafiye tarafından takip olunuyordum. Hafiyelerin adedi gittikçe arttı. İngiltere Sefaretine iltica edip, sonra evime dönmemden itibaren, bu sayı sekize çıkarıldı. Altıncı defa sadrazamlıktan ayrıldıktan sonra ise, kafiyelerin sayısı 12’ye varmıştı. Bunların ikisi zaptiye nezaretinden memur edilmiş bir jandarma binbaşısı, diğeri de bir polis komiseriydi. Diğer iki hafiye, saray tüfekçilerindendi. Üçü Beşiktaş Muhafızlığı kadrosundan bir komiserle, iki polis neferiydi. Beyoğlu zabıtasından da bir komiser vardı. Tophane Müşirliğinden (Mareşalliğinden) inzibatlarla, biri civarımızdaki karakola mensup bir ordu teğmeni, Beşiktaş Belediye Dairesinin de bir komiseri takibe memurdu.»

 

Aynı hal, diğer sadrazamlar için de böyleydi. Meselâ önemli bir şahsiyet olan Sadrazam Halil Rıfat Paşa bir gün ve Babıâli’den Nişantaşı’ndaki evine giderken, hastalığının verdiği bir sıkışıklıkla; küçük ihtiyacını defetmek için, Köprübaşı’ndaki Galata karakoluna girmek mecburiyetinde kalır. Karakol zabit ve askerleri şaşırırlar. Ama sadrazama aradığı yer gösterilir. Fakat atlı hafiyeler, derhal saraya koşarlar. Haber uçururlar. Daha evine varmadan, Sadrazamın yolu kesilir. Hemen saraya götürülür. Acele padişahın huzuruna çıkarılır. Sorguyu padişah yapar. Fakat cevaplar ve sebep, Abdülhamit’i tatmin etmez. Nihayet ihtiyar sadrazam, saygı ile bağladığı ellerini çözerek, paltosunun eteklerini açmak ve pantolonunun paçalarında bazı yaşlıkları padişaha göstermek mecburiyetinde kalır. Padişah bu hareketi yadırgamaz, incelemelerini yapar. Ama sorgular bitmez. Sadrazam, sarayda alıkonulur. Evinden çamaşırlar, elbiseler getirilir. Ve soruşturma uzar gider (1).

 

Sadrazamların, vezirlerin şehirde yollarını değiştirmemeleri, en hayatî meselelerde bile yürürlükteydi. Meselâ Sait Paşa, verem olan kızının tedavisi için onu Avrupa’ya göndermeye izin alamadı. Hiç olmazsa İstanbul’da, meselâ Adalara gön1

 

 

(1) Osman Nuri: AbdülhamitHn Hayatı Siyasiye ve Hususiyesi.

 

 

245

 

dermek müsaadesini dahi koparamadı. Nihayet ve pek uzun uğraşmalardan sonra kızın, ya Boğaz’da Yeniköy’e kadar olan bölgede, veya Çamlıca’da bir yere gönderilebileceği, fakat babasının oralara gitmeyip, ancak doktorlardan haber alacağı iradesi tebliğ edildi. Sait Paşa hatıratında bu garip olayın, uzayıp giden safahatını hüzünle anlatır. Zaten daha sonra bu kız, gene padişahın iradesiyle, kendi istediği, babasının münasip gördüğü bir gençle değil, padişahın seçtiği, ailenin ise hoş görmediği bir kimseyle evlenmek zorunda bırakılacaktır. Fakat yeni gelin, tez zamanda çökecek ve hayata gözlerini yumacaktır...

 

Padişah, Sait Paşaya karşı baskısını, başka yollardan da yürütür. Meselâ bütün padişah yakınları her ay maaşlarını alırken, Sait Paşanın, tam 22 maaşı birikir. Ödenmez. Nihayet Sait Paşa, etkili bir lisanla, padişaha yazılı ricalarda bulunmak vaziyetine düşer. Ama çıkan irade, ancak iki maaşın ödenmesi içindir!

 

* * *

 

Fakat Sait Paşanın Hatıralarının önemi, padişahın mizacını aksettiren teferruat bakımından değildir. Sait Paşanın hatıralarında biz, 33 yılın bütün önemli olay ve problemlerini, vesikalarla buluruz. Bu arada Fransızca belgeler de verir. Sait Paşanın hatıralarında evvelâ saray ve devletin merkezî organları olan Sadrazmlık, Şeyhülislâmlık, Şûrayı Devlet, Maarif, Maliye ve diğer vekâletler hakkında, onun görüşlerini okuruz. Meselâ ona göre Şeyhülislâmlık makamı, tabiî istiklâlini muhafaza edememiştir. Şeyhülislâm nezdinde toplanan ve davalarda en büyük hakem olan Meclis kaldırılmıştır. Vesayet ve vekâlet hüccetleri tanzimi lağvedilmiştir. Fetvahanede, şerî tetkikat meclisinde ve benzeri dairelere tayinlerde, müesses gelenekler kalkmıştır. Tayinlerde saray nüfuzu ve ona uymak şartı kaide haline gelmiştir.

 

Evkaf hâsılatının suistimali yaygınlaşmıştır.

 

Ona göre bazı insanlarda, kendi başına buyruk olmak, yani istiklâl tabiatı fıtrîdir. Padişah da böyleydi. Ama Sait Paşaya göre,

 

 

246

 

«... Her gün bir sürü müfşiflerden gelen binlerce jurnal, asılsız olarak onda, kendi hayat ve menfaatlerinin tehlikede olduğu...»

 

vehmini uyandırmıştır. Bu jurnalcılardan kimse kendini kurtaramayacaktır. Hatta Sait Paşa, kendisinin de boyuna iurnal edildiğini, kendi evine gelenlerin hafiyeler tarafından korkutularak, hem ev halkını hem gelenleri, bu ziyaretlerden pişman ettiklerini anlatır.

 

Sonra Sait Paşa, padişahın ihsanlarına ve maaş artırmalarına karşı da hassastır. Bu suretle, kendisine yapılan fazla tahsislerin hâzineye terkedildiğini ve bu suretle hâzineye, 33.500 altın bıraktığını da yazar.

 

Fakat asıl önemli konular bittabiî, evvelâ dış münasebetler ve sonra, içeride meydan alan ciddî durumlar ve meselelerdir. Arada, memleketin vaziyetini aksettiren enteresan teferruat da vardır. Meselâ bir defasında ve Yemen'de 7 sene askerlik yaptıktan sonra terhis edilen kılıç artığı askerler, bir vapurla Beyrut limanına çıkarılmak ve orada bırakılmak istenilir. Halbuki bu askerlere ne maaşları, ne de yol parası ödenmiştir. Beyrut'ta iskeleye atılacak bu bitkin insanlar, oradan kimisi Doğu vilâyetlerine, kimisi Karadeniz kıyılarına, kimisi Rumeli'nin uzak vilâyetlerine aç ve yayan yürüyeceklerdir. İşte o zaman asker isyan eder. Kaptan, gemi direğine bağlanır. Ya paraları, harcırahları verilecektir, ya gemiyi terketmeyeceklerdir! Vilâyeti telâş alır, saray ayaklanır. Ama mesele isyan suçu değildir. Mesele şudur ki, ne vilâyette, ne hâzinede, askere verilecek para yoktur. Kaldı ki bu gibi asker ayaklanmaları, biraz da alışılmış hallerdi. Çünkü meselâ İstanbul'un Rumeli’ ye kapısı gibi olan II. Ordu Merkezi Edirne'de askerler, terhis tezkeresi için, zaman zaman ayaklanırlardı. Kışlalarla şehir arasındaki köprüye silâh çatıp yolu keserler, ordu kumandanını bile geçirtmezlerdi. Bu isyanların sonu, daima tatlıya bağlanırdı...

 

Gene Sait Paşanın hatıralarından görüyoruz ki, kâğıt üstündeki imparatorluk, uçsuz bucaksızdı. Meselâ Sait Paşa, Mısır meselesini uzun uzun anlatır. Musavvaa meselesinden de bahseder.

 

 

247

 

Musavvaa, Habeşistan sahilindedir. Ama Sudan’la bağlı sayılır. Kâğıt üzerinde ise Sudan, hâlâ Osmanlı toprağıdır’ Gerçi ne Mısır, ne Sudan, ne de Musavvaa’da tek Osmanlı askeri yoktur. Ama Türkiye, İngiltere, Mısır arasında bir Musavvaa meselesidir uzar gider. Nitekim, Sait Paşanın hatıralarına cevaplar neşreden, gene sadrazamlardan Kâmil Paşa, cevap ve hatıralarında, bu Musavvaa meselesine değinir... Mısır işleri, Yemen işleri, Trablus-Fizan meseleleri, Ermeni davası, Sisam, Dürzi, Suriye, Arnavutluk ve Balkanlar davaları, yani aslında hiç biri, hiç bir zaman zaten birbiriyle kaynaşmamış olan bir sıra ülkelerin, hepsi de hazin, hepsi de devlet için haysiyet kırıcı olan çeşit çeşit meseleleri bu hatıralarda, tahrife, tevile, yani konuyu maskelemeye sapılmaksızm, objektif bir görüşle ortaya serilir (1). Bunlara benzer ve gerçekleri açıklayan hatıra ve belgelere, ileride ayrıca yer verilecektir.

 

Eserimizin bu cildinin birinci kısmı burada son buluyor. Daha bu kısma girerken işaret edilmiş olduğu gibi, bü kısımda ele alınan bahisler, aslında bir Giriş’tir. Ama aşağı yukarı 1860’ lardan başlayan bu kısmı, bu bahisleri, bu giriş kısmını vermeşeydik,

 

 

(1) Bu arada ve devrin olay ve problemlerini çeşitli ölçülerde aksettiren daha pek çok hatıra ve eserler bulunduğunu, fakat eserimizin bunlar üzerinde ayrı ayrı durmaya müsait olmadığını esefle belirtmeliyiz. Bunların başında ve kendi zamanım işleyen en mühim eserin daha önce de değindiğimiz gibi, Mithat Paşa tarafından yazılan Hatıralar olduğunu bu vesileyle de belirtmeliyiz.

 

Bundan başka ve Ahmet Mithat Efendinin Üss-ü İnkılâp ciltlerini, bazı ihtiyat kayıtları ile de olsa hatırlatmalıyız.

 

Mahmut Celâlettin Paşanın Mirât-ı Hakikat cüzleri, yer yer yetersizliklerine veya çelişmelerine rağmen, önemlidir. Sadrazamlardan Kâmil Paşanın hatıra veya tartışmaları ile ayrıca Kâmil Paşa isimli eser, Şeyhülislâm Cemalettin Efendinin küçük hacimli Hatıraları incelenmeye değer kaynaklardır. Nihayet ve henüz yaymlanmamakla beraber, Abdülhamit’in tahttan düştükten sonra ve ölümüne kadar doktorluğunu yapan Atıf Hüseyin Beyin büyük hacim tutan notları da incelenmelidir.

 

Önemli gördüğümüz yerli ve yabancı diğer kaynaklar, dip notlarımızda zaten işaret edilmektedir.

 

 

248

 

1908 İhtilâli havada kalırdı. Bu suretle de, Enver Paşanın zuhurunu izah edemezdik.

 

Kaldı ki, ikinci kısmın bu bahsi izleyecek muhtevasında ve yeri geldikçe, birinci kısımda yer alan iç ve dış meselelerin inkişafı, yani daha sonraki gelişmeleri, ayrıca izlenecektir. Şimdi biz gene, 1908 ihtilâlini hazırlayan ve bir gün Enver Beyin zuhuruna yol açan gelişmelere dönelim...

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]