Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

BİRİNCİ KISIM

 

Birinci Meşrutiyetten

İkinci Meşrutiyete!

 

İkinci Meşrutiyetin, Birinci Meşrutiyet

hareketinin devamı olduğunu, daima

hatırlamalıyız. Birinci Meşrutiyeti,

Yeni Osmanlılar ve bilhassa Mithat Paşa

hazırlamıştı, ikinci Meşrutiyet ise,

onların hatırasına dayanılarak, Genç

Türkler tarafından ilân edilecekti...

 

 

Mithat Paşa

(Büyük Devlet Adamı ve Büyük Şehit)

 

 

II

 

 

ABDÜLHAMİT’E KARŞI İLK ÇIKIŞLAR:

 

Abdülhamit'e karşı, bir isyan şeklinde değil, fakat olgun bir devlet adamının uyarıları şeklinde ilk gayretlerin, Mithat Paşadan geldiğini tekrar işaret etmeliyiz. Fakat bu gayret ve uyarılara karşı padişahın davranışı, gene daha önce belirttiğimiz gibi, Mithat Paşanın 5 şubat 1877'de Türkiye'den sınır dışı edilmesi oldu. Mithat Paşa, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, bu yüzden Avrupa'da kalmıştır. Fakat her gittiği devlet merkezinde saygı gören, ön saftaki devlet adamları tarafından kabul edilen Mithat Paşa, bu temasları sırasında devlet menfaatine, elinden gelen çalışmalardan geri durmadı. Hatta kendine lâyık görülen sürgün muamelesinden de bir kırgınlık duymadan, padişaha dilek ve tavsiyelerini ulaştırmakta devam etti. Zaten padişahın da, başkâtiplik yolu ile Mithat Paşayla ilgisi devam ediyordu.

 

Ancak Mithat Paşanın hariçte gördüğü saygı ve itimat, padişahı tedirgin etmekteydi. Berlin Konferansı ile sulh devrine girildikten sonra, kendisini Türkiye’ye getirtmeyi daha uygun buldu. Öyle de oldu. Bu konuya ve Mithat Paşanın akıbetine daha ileride temas edeceğiz. Fakat şimdi burada, asıl özetlemek istediğimiz, İstanbul'da Abdülhamit'e karşı girişilen ilk çıkışlardır. Bu çıkışlar gerçi, Abdülhamit'i tahtından indirmek, artık sıhhati yerine gelmiş olan Sultan Murat'ı tahta geçirmek gibi bir hedefte birleşiyordu. Ama bu teşebbüslerin hepsinde göze çarpan müşterek taraf; tertipsizlik, örgütsüzlük ve dolayısıyle kaçınılmaz başarısızlıktır.

 

İlk çıkış Ali Suavi’den geldi. Suavi (1), Genç Osmanlıların aktif üyelerinden biriydi.

 

 

(1) Ali Suavi, 1838’de İstanbul’da doğdu. Gerekli mektep, medrese tahsili gördü. Bir ara Filibe’de Rüştiye (Orta mektep) öğretmenliği yapmıştı. 1866’da İstanbul’a döndü. Muhbir gazetesinde şiddetli yazılar yazdı. Hareketli bir insandı. Yazıları, konferansları, toplantıları ile dikkati çekiyordu. Padişah tarafından Kastamonu’ya sürüldü. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, Mısırlı Mustafa Fazıl Paşanın yar dimiyle Avrupa’ya kaçtı. Orada çeşitli gazeteler çıkardı. İstanbul’a döndükten sonra, bir aralık Galatasaray Sultanisi müdürlüğü yaptı. Son teşebbüsünden önce işinden çıkarılmıştı.

 

 

90

 

Namık Kemal ve Ziya Bey (Paşa) gibi o da, Abdülaziz devrinde Avrupa’ya kaçmıştı. Orada Hürriyetçi neşriyata girişti. Ateşli, ihtiraslı, fakat bir örgüt içinde müşterek ve disiplinli hareket vasıflarından yoksun bir insandı. Osmanlı-Rus Savaşandaki bozgunlar, Suavi’yi şiddetle etkiledi. Abdülhamit’in sonu geldiğine ve onun basit bir darbe ile tahtından alınabileceğine inandı. Bir teşkilâta da lüzum görmüyordu. Bulgaristan’dan İstanbul’a kaçan göçmenler arasında bazı gözü pek fedailer bulmakla yetindi. Çırağan Sarayı’nı basarak Sultan Murat’ı saraydan almak ve padişahlığını ilân etmekle her işin biteceğini sandı. Ondan önce Ali Suavi’nin, Sultan Murat sarayı ve bilhassa Sultan Murat’ın annesiyle bazı mektuplaşmaları veya haberleşmeleri olduğu anlaşılıyor. Fakat Abdülhamit, sarayında ve bütün kuvvetleriyle yerindeydi. Sultan Murat, Çırağan’da veya götürülüp herhangi bir yerde padişah ilân edilse bile, bu olup bittiye ordu ve devlet teşkilâtının hemen uyması elbette ki beklenemezdi. 20 mayıs 1878’ de, Çırağan Sarayı’na baskın şeklinde girildi. Fakat başta Suavi olmak üzere 300 kadar muhacir ve fedainin katıldığı hareket, az sonra bastırıldı. Çırağan’a yetişen Beşiktaş muhafızı ve Abdülhamit’in cahil, fakat sadık bendesi (kulu) Haşan Paşanın elinde, hem Suavi, hem baskıncılardan 22 kişi hayatlarını kaybettiler. Diğerleri tevkif edildiler. Ve adına “Çırağan Vakası” denilen hadise böylece kapandı. Tevkif edilenler Divan-ı Harbe verildiler. Bizde Suavi vakası; belki doğru, fakat yönsüz, dizginsiz, gerçekleri değerlendiremeyen, örgütsüz ve dayanıksız bir ihtirasın, macera şeklinde bir misali olarak tarihimizde kalacaktır.

 

Suavi’den sonra Abdülhamit’e karşı, diğer bir çıkış teşebbüsü daha oldu. Bu teşebbüsün, Suavi’nin baskına hazırlandığı sırada örgütlenmeye başlandığı görülür.

 

 

91

 

Teşebbüsün başında, Skalyeri adında, Mason üstatlarından olduğu anlaşılan, fakat hüviyeti hakkında bugün de çok şey bilinmeyen biri vardır. Skalyeri; Aziz Bey isminde biriyle yakın işbirliği kurar. Hedef, gene Sultan Murat'ın tahta geçirilmesi, Abdülhamit'in tahttan indirilmesidir. Bu gayede Sultan Murat sarayı ile, gene bazı temaslar olduğu anlaşılmaktadır. Bilhassa Nakşibent Kalfa adında bir saray kadını ile, Bekir Efendi adında bir saray kâhyası işin içine alınmışlardı. Böylece ilkel bir örgüt meydana getirilmeye çalışılmıştı. Bu çabalarda, hakikatte kendilerinin haberleri olmadan birtakım ileri gelenlerin ve hatta Avrupa'da bulunan Mithat Paşanın da cemiyete dahilmiş gibi adlarının yayılması, işin esasındaki za’fın ayrı bir belirtisidir. Skalyeri-Aziz Bey grubu, maksatları etrafında bazı taraftarlar kaydetmişlerdir. Bunların örgütlenme çabaları, biraz Genç Osmanlılarinkini andırır. Abdülhamit'i bir suikastle öldürmek ve böylece maksada yaklaşmak da görüşülmüştür. Meselâ Dr. Âsaf Bey adında bir zat, anlaşıldığına göre, bu işi üstüne almıştır. Hulâsa teşkilât, birtakım yollardan Sultan Murat. sarayı ile temasa girmeye çalışmıştır. Fakat işin meydana çıkması da bu kanaldan olmuştur. Çünkü Sultan Murat sarayının ikinci kâtibi Hüsnü Bey, sarayda artık pek gizlenemeyen bu temaslardan, hazırlıklardan, 1878 temmuzunda ilgilileri haberdar etmiştir. Aziz Beyin Fatih-Çarşamba'daki evine yapılan bir baskında, toplantı halinde olan komite ileri gelenleri tevkif olunmuşlardır. Ancak bu arada Skalyeri ile Nakşibent Kalfa ve üyelerden Ali Şefkatî Bey kaçmaya muvaffak olmuşlardı. Bunlar daha sonra yurt dışına çıkarak Atina' da yerleştiler. Bunlardan Ali Şefkatî Bey, dikkate değer bir şahsiyettir. Avrupa'daki hürriyet mücadeleleri ile, Genç Osmanlılarla, Genç Türkleri birleştiren tarihî bir zincirin halkası oldu. İleride bu bahsi işleyeceğiz.

 

Skalyeri hadisesi sanıkları da Çırağan sanıklarıyle birleştirilerek muhakemeleri bir arada görüldü. Mahkeme üç ay kadar sürdü. İki taraf sanıklarından da idama mahkûm olanlar oldu. Fakat idam hükümleri değiştirilerek, suçlu görülenler çeşitli cezalarla, çeşitli yerlere kalebent olarak gönderildiler.

 

 

92

 

Skalyeri kaçarken, bu komploya ait evrakı da beraber götürdüğünden ve bunlar üzerinde daha sonra bir yayınlama da yapılmadığından, Sklyeri-Aziz Bey hadisesinin esası ve mahiyeti, henüz bir sır perdesi altındadır. Çünkü meselâ, 1859’daki Kuleli Vakası’nın ve Mithat Paşanın ileride temas edeceğimiz muhakemesinin bütün zabıt ve vesikaları yayınlanmıştır. Ali Suavi vakasının ise, pek de esrar ifade eden tarafı kalmamış olmasına karşılık, Skalyeri-Aziz Bey örgütünün ve olayının, mahkeme safhaları ve zabıtları henüz neşredilmediği için, bu olay hakkında şimdilik esrarlı tabirini kullanmak yerindedir. Ama bu zabıtlar bulunmuştur. Ancak, henüz yayınlanmamıştır.

 

* * *

 

MİTHAT PAŞANIN SONU:

 

Genç Osmanlıları takip eden Genç Türkler neslinin örgütlenme hareketlerine ve İkinci Meşrutiyete çıkan yolun çetin safhalarına geçmeden önce, biraz geride bıraktığımız bir konuya, yani Mithat Paşanın son günlerinin ve akıbetinin hikâyesine dönmeliyiz. Bu konu, bir Kin’in hikâyesi ve büyk bir devlet adamının, nice zulümlerden sonra şehit edilişidir.

 

Mithat Paşanın, daha Mebusan Meclisinin açılışını dahi görmeden, sadrazamlıktan alınarak yurt dışına sürüldüğünü de daha önce kaydetmiştik. Mithat Paşa, birbirini kovalayan olayları Osmanlı-Rus Savaşının çıkışını ve sonuçlarını, bu arada Mebusan Meclisinin kapatılışını ve Kanun-u Esasî’nin kasaya kilitlenişini, hulâsa Abdülhamit’in sorumsuz bir Mutlakiyat-İstibdat idaresine yönelişini, hep sürgünde izledi. Elbette ıstırap içindeydi. Londra, Paris, Viyana gibi devlet merkezlerinde devleti lehine, elinden gelen çabalarda bulunuyordu.

 

Fakat Abdülhamit, Mithat Paşanın yabancı ülkelerde gördüğü ilgi ve saygıdan rahatsız oluyordu. O halde onu, gene memlekete çağırmalıydı. Göz altında tutmalıydı. Mithat Paşa da evinden barkından, eşinden evlâdından ayrı geçen bu uzun gurbet hayatından elbette ki memnun değildi. Hulâsa Abdülhamit, Mithat Paşanın Türkiye’ye dönmesine ve Girit adasında yerleşmesine izin verdi.

 

 

93

 

Paşa bundan memnun oldu. 28 eylül 1878'de Girit'e vardı. Ailesi efradı da oraya gönderildiler. Fakat gene rahat kalamadı. 10 aralık 1878'de Suriye ve 4 ağustos 1880'de Aydın (İzmir) valiliklerine tayin edildi. Mithat Paşanın her iki vilâyetteki icraatı, daha önce Tuna ve Bağdat vilâyetlerindeki icraatı gibi çok cepheliydi. Çok verimli oldu. Mektepler, yollar, hastaneler, fabrikalar, vergi ve tahsilâtın ıslahı gibi alanlarda aynı başarıları kazandı.

 

Fakat İstanbul'da bir şeyler hazırlanıyordu. Birinci Meşrutiyet hareketinin gelişmelerinde, Sultan Aziz'in tahtından indirilmesinde, Sultan Murat'ın tahta çıkarılmasında birer suretle ilgisi olan insanlar, birer birer İstanbul'dan uzaklaştırılıyorlardı. Havada bir şeyler esmekteydi. Mithat Paşa bunları seziyordu. Zaten artık yaşlanıyordu. Yorgundu. Vazifeden affı, bir köşede devlet ve padişaha dua ile meşgul olarak istirahate çekilmesi için müracaatlarda bulundu. Fakat kendisine bu imkân verilmiyordu. Tertiplerin ise arkası çabuk göründü. Mithat Paşaya evvelden beri karşı ve hatta düşman olan insanlar, birer birer karar ve icra mevkilerine getirilmişlerdi. Bir aralık Mithat Paşa için, «Diktatör olacakmış, Cumhuriyet ilân edecekmiş» gibi sözlerle tahrikât yapanlar, şimdi de «Suriye’yi zaptedecekmiş, istiklâl ilân edecekmiş» gibi sözlerle ortalığı bulandırıyorlardı. Aydın valiliğinde de yeni tahrikler yayıldı durdu. İstanbul'da, «Sultan Aziz intihar etmedi, onu tahtından indirenler öldürdüler» sözleri de, hep aynı merkezden ve ısrarlı şekilde yayılıyordu. Sultan Aziz'i tahtından indirenlerin başında ise, elbette ki Mithat Paşa vardı. Hulâsa Mithat Paşanın üstünde kara bulutlar gittikçe koyulaşıyordu.

 

Padişah bütün tertiplerini almıştı. Bir mahkeme kurulacaktı. Bu mahkemeye, Sultan Aziz'in intihar etmediği, öldürüldüğü davası getirilecekti. Neticede en ağır kararlar alınacaktı. Bu arada Mithat Paşadan da kurtulunmuş olacaktı. Nitekim öyle oldu.

 

23 mayıs 1881'de ve alman birtakım tedbirler sonunda Mithat Paşanın İzmir'de tevkifine geçildi. Paşa zaten kuşkuday.. Paşanın ailesiyle kaldığı hükümet konağı 3 tabur askerle sarılırken Paşa atik davrandı, konaktan ayrılabildi.

 

 

94

 

Fransız Konsoloshanesine sığındı. Olayın hemen ardından da, İzmir'de bulunan 15 devletin konsolosları, Mithat Paşayı müşterek kefalet altına aldılar.

 

Sarayın işi güçleşmişti. Fakat Abdülhamit de giriştiği hazırlıklardan dönemezdi. Saray, Fransız hükümetiyle temaslara geçti. Pek çok teminat verdi. Ve keza, Mithat Paşaya da verilen teminatla Paşa, İstanbul'a gitmeye razı oldu. İzzettin vapuruna bindirildi. İsticvaplar daha vapurda başladı. İsticvap heyetinin başında, Adliye Nazırı Cevdet Paşa, yani Mithat Paşanın en barışmaz muhaliflerinden biri vardı (1). İstanbul'da ise Abdülhamit, mahkemesini Yıldız’da kurmuştu. Bu mahkemenin başına, Mithat Paşanın Tuna valiliği zamanında, fena hareketleri sebebiyle vazifesinden atılan ve vilâyetten uzaklaştırılan Süruri Efendi getirildi. Süruri Efendinin, daha Mithat Paşanın Suriye valisiyken onun aleyhinde jurnalları vardı. Mithat Paşanın Suriye'de istiklâl peşinde olduğu yolundaki bu gülünç, karanlık jurnalları, şimdi neşredilmiş bulunmaktadır.

 

Bu arada ve esası kesinlikle tespit edilemeyen bir rivayeti de burada belirtmek yerinde olur: Mithat Paşanın Fransız Konsoloshanesine sığınmasından sonra saray ve Fransız Sefareti arasında cereyan eden temaslar neticesinde, Fransa'nın bu himayede gevşek davrandığı, çünkü Abdülhamit'le bir taviz esası üzerinde anlaştığı, söylenegelmiştir.

 

 

(1) Cevdet Paşa (1812-1905) Tanzimat devrinde yetişen dikkate değer şahsiyetlerden biridir. Asıl gayretini, hukuk ve tarih alanlarında gösterdi. Aynı zamanda devlette önemli vazifeler aldı. Fakat Mithat Paşa mahkemeleri sırasındaki davranışları, karışık ve önyargılara dayanmış görünüyordu.

 

Cevdet Paşa, Bulgaristan’da Lofça’da doğdu. İlk öğrenimini orada ilerletti. 16 yaşında İstanbul’a geldi. Medreseye girdi. 1844’te, kadılık göreviyle adliye mesleğine başladı. 1853’te 12 ciltlik Osmanlı Tarihi'nin ilk cildini yayınladı. Padişaha sundu. Müderrisliğe yükseldi ve saray tarihçiliğine (Vakanüvis) atandı. 1865’te vezir (Paşa) oldu. Çeşitli valiliklerden sonra 1873’te Kabine’ye girdi. Beş defa Adliye Nazırı oldu. Tanzimatın en önemli eseri olan Mecelle, yani 16 ciltlik Devlet Kanunlarını hazırladı. Mithat Paşa mahkemesi sırasında adliye nazırıydı. Ve aşırı bir Mithat Paşa aleyhtarlığı ve padişaha kulluk gayreti gösterdi. Bu hal, onun hizmet ve şöhretlerini, çok gölgelemiştir.

 

 

95

 

Cevdet Paşa

 

 

96

 

Bu taviz; Türkiye'nin Tunus üzerindeki şeklî hükümranlık hakkından Fransa lehine vazgeçmesiydi. Tunus evvelden beri Türkiye’nin bir mümtaz eyaleti sayılırdı. Bir aralık Fransa nüfuzu artar gibi olduysa da, 1871 Fermanı ile Tunus, gene Osmanlı mülkünün bir parçası sayıldı. Ancak Tunus Beyliği, Sadık Paşa ailesine veraset yolu ile intikal edecekti. Fakat Osmanlı-Rus savaşında Türkiye yenilip, Rusya, Avusturya ve İngiltere Türkiye'den topraklar sağlayınca, Fransa da Tunus'a müdahale fırsatları aradı. Nihayet 24 nisan 1881'de, Cezayir sınırlarında bir olay bahanesiyle Tunus'a asker çıkardı. Tunus'un ve Babıali'nin şiddetli protestolarına, hatta Türkiye’nin Tunus'a harp gemileri göndermek tehditlerine, teşebbüslerine rağmen, orada kaldı. Hatta bir aralık Girit'ten üç zırhlı, Tunus sularına doğru hakikaten yola çıkmıştı. Ama Babıâli, kararsız ve gevşekti. Bunun üzerine Tunus beyi, Türkiye’nin rızası hilâfına, Kasr-ı Said Himaye Antlaşması’nı imzaladı. Buna Türkiye muvafakat etmediği için, Türkiye'nin hükümranlık hakkı hukuken devam ediyor sayılıyordu. Bu mesele, Türkiye ile Fransa arasında askıdaydı. Nitekim Tunuslular, kendilerini gene de Osmanlı tebaası sayıyorlardı. Tunus devlet yıllıklarında, gene mümtaz eyalet olarak gösteriliyordu. İşte bu meselede eskileri sürdüren şudur ki, Abdülhamit, eğer Fransa, Mithat Paşayı himayeden vazgeçer ve onu kendi eliyle Abdülhamit'e teslim etmese bile, konsoloshaneden çıkması ve teslim olması yolunda telkinlerde bulunur veya havayı hazırlarsa, Abdülhamit de bu askıdaki meseleyi kurcalamayacaktı. Ve Tunus'un kaderini Fransa'nın yerleşme akışına bırakacaktı. Zaman içinde Tunus fiilen Fransa idaresine girecekti. Hakikaten de ondan sonra Abdülhamit, Tunus meselesini hiç kurcalamadı. İşi tabiî gelişmelerine bıraktı. Tunus da fiilen Fransızlaştı ve Tunus Beyliği orada, bir gölge müessese olarak, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar kaldı. Son zamanda, bu söylentiyi doğrulayan bazı yayınlar yapılmıştır.

 

* * *

 

 

97

 

Yıldız mahkemesinin safhaları ve teferruatı üzerinde durmayacağız (1). Mahkemenin neticesi şu oldu ki, sanık sayılanlardan başta Mithat Paşa olmak üzere üç paşa idama mahkûm edildiler. Diğer sanıklar, idam ve çeşitli cezalara mahkûm oldular. Temyiz Mahkemesi Cinayet Dairesi, hükümleri tasdik etti. Abdülhamit bazı şekil oyunlarıyla de işi sağlama bağladıktan sonra, idam hükümlerini müebbet hapse çevirdi. Bu üç paşayı, 28 temmuz 1881’de Hicaz’da Taif kalesine gönderdi. Mahkûmlardan Nuri Paşa yolda öldü. Diğer mahkûmlar, yani Mithat ve Damat Mahmut Paşalar ise, her tarafı dökülen harap Taif kışlası bodrumlarında 24 nisan 1884’e kadar, her türlü baskı, hakaret ve ıstırap içinde ağır bir kalebentlik hayatı yaşadılar. O tarihte de Abdülhamit’in emriyle ve İstanbul’dan gönderilen katiller eliyle boğduruldular (2). Abdülhamit’in başka bir suçu olmamış olsaydı dahi, yalnız bu cinayeti, onun ebedî sorumluluğu için yeterdi. Meşrutiyete ihanet etmeyip, onu devam ettirse ve Mithat Paşa gibi değerleri, çağın icapları istikametinde çalışmaya bıraksaydı, Türkiye devrin akışına, belki adım uydurabilirdi (3)...

 

* * *

 

 

(1) Türk Tarih Kurumu’nun 1967’de neşrettiği Mithat Paşa ve Yıldız Mahkemesi adlı eser, bu mahkemeye ait safhaları, yargı sahnelerini, şahadetleri, hüküm ve belgeleri, bütün ayrıntılarıyla vermektedir.

 

(2) Mithat Paşnın İstanbul’dan ayrıldıktan sonra ve ölüm gününe kadar hayatının hikâyesi, onun el altından kaçırdığı mektuplar ve diğer incelemelerle oğlu Ali Haydar Mithat tarafından Tebsere-i İbret adı altında neşredilmiştir. Bu iki ciltte en son gecenin başlangıcı bile tasvir edilir. Mithat Paşanın ve Mahmut Paşanın ölümüne fiilen katılan katil subay ve askerlerin adları da, keza sonradan derlenmiş ve bu eserde verilmiştir.

 

Halbuki Abdülhamit, tahttan indirildikten sonra ve Beylerbeyi Sarayı’nda geçen günlerinde, doktoru Atıf Hüseyin Beye hatıralarını naklederken, Mithat Paşanın ölümünden, âdeta malumatı yokmuş gibi konuşur. Ama belgeler, onun bu sözlerini doğrulamaz.

 

(3) XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın ilk safhasında kalkman Japonya ve Rusya gibi ülkelerde kapitülasyonların olmamasını, onların lehine bir faktör olarak saysak bile, Mithat Paşanın vazife aldığı vilâyetlerdeki başarıları, hatta bu şartlar içinde dahi bazı şeyler yapılabileceğini gösterir. Kaldı ki bu türlü kudretli devlet adamlarının tedbir ve basiretleriyle, kapitülasyonların bile ıslah edilebileceği, haklı olarak düşünülür. Halbuki Abdülhamit idaresi, 1908 Genç Türkler devrine, Türkiye’yi tam bir canlı cenaze halinde bıraktı.

 

 

98

 

YENİLGİDEN SONRASI VE GENEL SOYSUZLAŞMA:

 

Berlin Antlaşması, imparatorluğun sınırlarında ve bünyesinde yaptığı kesin ameliyelere rağmen, dertleri ve hasta gelişmeleri ortadan kaldırmıyordu. Şartlar, yeni davalar istikametinde gelişiyordu. Yeni problemler doğuyordu. Ve bu problemler, günün meseleleri değildi. Bunlar, imparatorluğun bünyesinde işleyen çıbanlardı. İmparatorluğun kanını gittikçe sulandıran veya durgunlaştıran, onun hayatiyetini eriten hallerdi. Bunlar, devlet yapısını gittikçe kağşatan ve çökerten şifa bulmaz illetler gibi, için için kökleşip duruyordu. Bu şartlar ise; elbette ki yeni olaylar, yeni krizler doğuracaktı.

 

Abdülhamit bunlarla başa çıkabilecek miydi? Abdülhamit onlara çareler arayacak, tedbirler düşünecek bir hükümdar mıydı? Elbette değil! O, Yıldız tepesinde sarayına kapanmak, etrafını kale duvarlarıyle çevirmek, etrafına, mesele çıkaracak, yahut meselelere karşı tedbirler ileri sürecek insanlar yerine, sessiz sedasız, her emre evet diyen, korkak, değersiz, hareketsiz robotlar, kapıkulları yaratmak gayretleri içindeydi. Gerçeklere karşı başını kuma gömen, çöküntüleri görmemek yollarını arayan, vehimli, şüpheci, ruh sağlığından yoksun, oyalayıcı, idare-i maslahatçı bir hükümdar olmak yolunu tutmuştu. Her gün biraz daha baskıya kaçıyordu. Bu şartların padişaha karşı er geç tepkiler ve direnişler yaratması elbette kaçınılmaz bir netice olacaktı. Ama bu direnişin örgütlenmesi bahsine geçmeden önce, gidişata kısaca göz atmakta fayda olsa gerektir:

 

Büyük bir yenilgi yaşanmıştı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Berlin Antlaşmasına varmıştı. Ama toprak kayıpları, Berlin Antlaşmasının sınırladığı yerlerde kalmadı.

 

 

99

 

Kıbrıs’la yetinmeyen İngiltere, 20 mayıs 1882'de İskenderiye'ye filolarını göndermiş, Mısır'a asker çıkarmıştı. O yılın temmuz, ağustos ayları içinde gelişen müdahale hareketlerinden sonra Mısır, fiilen İngiliz işgali altına girmiş, devletten kopmuş, gitmişti. Berlin Antlaşması'nın, imparatorluğun yapısında uyandırdığı hareketler de geniş oldu. Çünkü, Berlin Muahedesi, Balkanlarda millî hareketlerin, zafer kazandığı ilk milletlerarası vesikadır. Bu hamle muzaffer olunca, bundan cesaret alan ve isteklerinin henüz sonuna varmayan millî toplumların, nihaî gaye uğrunda mücadelelerini daha da şiddetlendirmeleri tabiîydi. Nitekim Berlin Antlaşmasından sonra Balkanlarda millî cereyanlar daha geniş şekiller aldı. Hatta 1908 ihtilâli, bu çatışmaların gittikçe aldığı sertliğin bir eseridir diyebiliriz. Bütün bu sertleşmelere ve bu arada, Makedonya'da millî sloganlarla hareket eden komitelerin ve bilhassa Makedonya komitesinin faaliyetlerine, ileride geniş ölçüde göz atacağız.

 

Bundan başka Berlin Antlaşması, Türkiye'de bir de Ermeni meselesi doğurdu. Ve o zaman sahneye konulan bu mesele, gene daha ileride değineceğimiz gelişme safhaları ile, Osmanlı imparatorluğu son devrinin, belli başlı meselelerinden biri oldu. Bu Ermeni meselesinin, nerede başlayıp nerede bittiği de pek belli değildi. Neresi Ermenistan’dı? Tek bir defa nüfus sayımı yapılmamış bu ülkenin neresinde, ne kadar Ermeni vardı, bunlar ne isteyeceklerdi? Bunlar bilinmiyordu. Ama Ermeni davasının sözcüleri, savunucuları, içeride ve dışarıda artık türemişlerdi. Hele, Kafkas Ermenileri üzerinde çeşitli baskı tedbirleri yürüten Rusya, Türkiye'deki Ermenilerin şefkatli koruyucusu tavrını takınmıştı. İngiltere de daha az koruyucu değildi. Halbuki 1878*e kadar Türkiye’de bir Ermeni meselesi yoktu. Askere alınmadıkları ve köylerde istikrarlı bir ziraat düzeni kurdukları, şehirlerde sanayii ve ticareti ellerinde bulundurdukları için, memleketin müreffeh cemaati Ermenilerdi. Dinlerine bir müdahale yoktu. Ermenilerden yüksek memurlar, vezirler yetişmişti. Fakat Rus orduları, İstanbul kapısına gelince, Ermeni Patriği, Rus Başkumandanının karargâhına koşarak, ortaya birtakım istekleri attı (1).

 

 

100

 

Böylece bu mesele, Ayastafanos Muahedesinin 16. ve Berlin Muahedesinin 61. maddesinde yer aldı. Ondan sonra Türkiye’de bir Ermeni meselesi daima mevcut oldu. Arada kanlı sahneler yaşandı. İleride bu bahis üzerinde ayrıca duracağız.

 

* * *

 

Akdeniz’de Girit adası da rahat değildi. Yunanistan’ın Girit’i ilhak teşebbüsleri, Abdülhamit’in bütün saltanatı boyunca devam etti ve bu, devamlı bir gaile oldu. Zaten Yunanistan’la arada bir türlü düzelemeyen münasebetler, nihayet 1897’ de, iki devlet arasında bir muharebeye (Yunan Muharebesi) varacaktı. Bazı buhranlı safhalara rağmen muharebe, Osmanlıların galibiyetiyle bitecektir. Ama neticede, gene Yunanistan faydalanacak, Türk topraklarından Yunanistan’a Epir’de bazı parçalar verilecekti. Girit ihtilâfı, Yunanistan’ın ihtirasını besleyecek bir şekle bağlanacaktı.

 

Bulgaristan’da da sükûnet yoktu. Daha 1885’te gizli bir komite, Türkiye’nin şeklî hâkimiyeti altında sayılan Güney Bulgaristan’da ihtilâller hazırlanması için kararlar almıştı. Hedef, evvelâ Kuzey ve Güney Bulgaristan’ın bir tek devlet halinde birleştirilmesi ve sonra tam istiklâldi. Böylece, 16 eylül 1885’te, Filibe civarında ihtilâl patlak verdi. Kuzey ve Güney Bulgaristan’ın birliği ilân edildi. Rusya sefaret ve konsoloslukları hep hareket halindeydiler. Hükümetin her türlü tedbir ve müdahalelerine engel oluyorlardı. Bu böyle olunca da, merkezin Bulgaristan üzerinde, hemen hiç bir etkisi kalmadı. İş bununla da bitmiyordu. Bulgar milliyetçilerinin gözü, aynı zamanda Osmanlı Makedonyasındaydı. Nitekim daha sonra ve daha ileride bahsedeceğimiz Makedonya İhtilâl Komitesi, 1908 Genç Türkler İhtilâli’ne kadar Makedonya’yı, kan içinde kastı, kavurdu.

 

 

(1) Bu mesele hakkında: Georges Salles: Les Questions d'Orient. - Sadi Koçaş: Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri 1967, Ankara. - Ermeni Komitelerinin Amâl-i îhtilâliyeleri, 1916. (Resmî yayın), vb. - Çark: Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, 1953, İstanbul.

 

 

101

 

Bu mücadeleler, 1908 ihtilâlini yapan Türk kurmay ve subayları için de bir ihtilâl mektebi olmuş gibidir. Hulâsa Rus, Sırp, Ulah komiteleri de hep faaliyetteydiler. Arnavutluk ise, hiç rahat değildi. (1).

 

İmparatorluğun, Afrika'da Trablus kısmına gelince, orada adına devlet teşkilâtı denebilecek bir idare, yollar, bayındırlık eserleri ve saire zaten yoktu. Burasını Abdülhamit, bir sürgün yeri olarak kullandı. Yemen'de ise isyanların ardı arası hiç bir zaman kesilmedi. Suriye'de Havran ve Dürzi isyanları da fasılasız denecek şekilde devam etti. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Kürt beyleri ve şeyhleri, müstakil hükümdarlar gibi yaşıyorlardı. Başlıcaları: 1806 Babanzade, 1813 Abbas Mirza, 1828 Muşlu Emin Paşa, 1832 Mir Mahmut, 1842 Bedirhan, 1855 Yezdan Şir, 1880 Mehrili Abdullah olmak üzere eskiden beri sürüp gidiyordu. Ortada bir Anadolu kalıyordu. Ama orada, devlet değil, eşraf ve eşkıya hâkimdi...

 

Abdülhamit saltanatında mülkün manzarası buydu.

 

* * *

 

SAKAYA VE PADİŞAHA GELİNCE?

 

Daha 1881'de Mithat Paşa Taif'e sürülmeden önce, son Genç Osmanlılar da birer suretle uzaklaştırılmışlardı. Şimdi sarayın çevresini, gölge, haysiyetsiz, müzevir bir halka sarıyordu. Bu çevrede haysiyet ve şahsiyet sahibi olanların da, hizmetlerini gereği gibi görmelerine, zaten imkân bırakılmıyordu. Padişahın vehmi her gün biraz daha tahrik ediliyordu. Abdülhamit artık, devamlı korku ve şüphe içindeydi. Saltanatını her ne pahasına olursa olsun sürdürmekten ve gününü gün etmekten başka bir şey düşünmüyordu.

 

Bu şartların er geç daha başka dertlere, kayıplara da yol açacağı tabiîydi. Memleketin hızla bir çöküntüye doğru gittiği gizlenemezdi. Saray çevresinde, jurnalcilik, hafiyelik, iftira, gelirli sanatlar haline getirilmişti. Padişaha yapılacak ihbarlarda mantık ve doğruluk şart değildi.

 

 

(1) Süleyman Külçe: Osmanlı Tarihinde Arnavutluk.

 

Not: Osmanlı Meclisi’nde Arnavutluk mebuslarından Basri Beyin Fransızca yazılan Arnavutluk eserini ayrıca ve önemle işaret etmeliyiz.

 

 

102

 

İnsan aklının almayacağı, kargaların güleceği ihbarlar bile padişah için makbuldü ve mükâfatını görüyordu.

 

Yabancı bir şirket olan tütün rejisi, memlekette jandarma şeklinde silâhlı kolcular besliyordu. Silâhlı müsademeler yapıyordu. Ordunun, donanmanın çürümeye terk olunması, memleket içinde mahallî, millî ihtilâflar ve hepsinin üstünde yolsuzluk, eşkıyalık, soygunculuk, eşraf saltanatı ve tefecilik almış yürümüştü. Zenginleri, İstanbul efendilerini, ağa çocuklarını koruyup askere almayan, kimsesizleri toplayan ve çoğunu geri getirmeyen bir askerlik sistemi, ıstıraplarını memleketin üstüne yayıyordu. Bunların karşısında saray, her gün biraz daha memleketten kopuyordu. Her gün biraz daha kendi içine kapanıyordu. Hem korkan, hem korku saçan bir heyulâ haline geliyordu. Zaten padişah, memleket namına, sarayın penceresinden görünen ufuklar dışında hiç bir yer görmüş değildi.

 

Sonra, pek mektebi, kitabı olmayan memlekette, bir de kitaplar yasaklanması başlamıştı. Namık Kemal'in, Ziya Paşanın eserleri, hatta Abdülhamit’in sadık bir kulu olan Ahmet Vefik Paşanın tarihleri ile, gene bir kul olan Cevdet Paşanın Peygamberler Tarihi (Kısas-ı Enbiya), Peygamberin menakibini veya dinî telkinleri ihtiva eden Muhammediye, Ahmediye eserleri bile yasak ediliyordu. Kâtip Çelebi’nin Mizan-ül Hak isimli eseri, hatta Abdülhamit’in emri ile Ahmet Mithat Efendiye yazdırılan Üss-ü İnkılâp isimli eser, Sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşanın Akvâm-ül Mesâlik isimli eseri, Abdülhak Hamit’in, Selim Sabit Efendinin kitapları ve daha niceleri de yasak kitaplar arasına giriyordu. Mekteplerde okutulacak Osmanlı Tarihi, padişahların tahta çıkışları, ölümleri ve zamanlarındaki en büyük muharebelere birkaç satırdan başka yer ayırmayan birer özet (fezleke) haline getirilmişti. Padişahın sadık bir kulu olan Cevdet Paşanın Büyük Tarihi bile mekteplere bırakılmıyordu. Asker ve sivil mekteplere, ders kitapları dışında kitap sokmak yasaktı. Birçok kelimelerin de söylenmesi, konuşulması yasak edilmişti.

 

Hanedan, gittikçe hayatiyetini kaybediyordu. Daha Yavuz Sultan Selim’den beri saraya Türk kadınları sokulmazdı.

 

 

103

 

Padişah ve şehzadeler, çoğu İslav olmak üzere yabancı kan taşıyan devşirme kadınlardan gelmişlerdi. Bu ganimet ve istilâ yolları kapanınca, sarayların kapıları bu sefer de, Çerkeş, Gürcü cariyelere açıldı. Bunların okutulmaları istenmediği, şehzadelere verilen tahsil ise, birtakım saray imamlarının üstünkörü hocalıklarından ibaret kaldığı için, saray halkı ve hanedan, koyu bir yetersizlik içinde yaşıyorlardı. Abdülhamit, bu sarayların ve şehzade konaklarının kapılarını da dışarıya kapatmıştı. Şehzadeler dört duvar arasına hapsedildiği için, bu saraylar halkının memleket ve dünya gidişi hakkında, bilgileri yoktu. Bilgisizlik sınırsızdı. Düşünmeli ki Abdülhamit, kendi kardeşi olan Sultan Murat'ı, uzun hastalık yıllarında bir defa bile aramamıştı. Gene kardeşi ve veliahdı olan Sultan Reşat'ın, tam 19 yıl yüzünü görmemişti (1). Böyle bir idare ve gidişattan ne beklenebilirdi. Memleketin bin bir çile ve sıkıntı içinde yaşayan, Harp Okulu'nda, Kurmay Okulu'nda, Tıp, Mülkiye gibi mekteplerinde yetişen ve sonra perişan Anadolu ve Rumeili ile diğer Osmanlı ülkelerinin yürekler acısı sefaletleri içinde pişen, yetişen halk çocukları, elbette ki bir gün bu kof, bu korkuluk heyulâyı yıkacaklardı. Bütün hata ve sevabı ile iktidarı, er geç kendi ellerine alacaklardı.

 

İmparatorluğun sınırlan ise, her an tehdit ve tehlike altındaydı.

 

* * *

 

GEOPOLİTİK ZORLAYACAKTI!

 

Bu gidiş, elbette ki birtakım karşı hareketleri davet edecekti. Çünkü her baskı, kuvvet demek değildir. Tutucu baskı ve zulüm; aczin ve dünyanın gidişine ayak uydurmamanın alâmetidir. Abdülhamit nizamında da, dünyanın gidişini görmemek isteyen bir idareye karşı, devletin yuvarlandığı uçurumu gören veya görmeye çalışan insanların tepkileri, örgütlenme çabaları, elbette olacaktı. Memlekette; zekâları oynak, muhayyileleri renkli, ihtirasları sınırsız ve aktif hayatlarının eşiğinde bulunan genç insanlar vardı.

 

 

(1) Mabeyin başkâtibi Fuat Beyin (Genel Sekreter) hatıralarından.

 

 

104

 

Bilgi ve dünya görüşü açısından yetişmeleri yetersiz olsa da, yüksek okullarda veya ordu saflarında bunlardan, yüzlercesi, binlercesi, er geç bir çıkış yolu arayacaklardı. Bu gelişmeleri önlemeye, hiç bir kudretin gücü yetmezdi. Çünkü Osmanlı imparatorluğu, bir Hindistan maharacalığı değildi. Osmanlı imparatorluğunun geopolitiği, bir Hindistan maharacalığının, dünyadan tecrit edilmiş ufukları içinde uyuşmuş, bir coğrafya ve tarih kalıntısına benzemezdi.

 

Bu imparatorluğun; dünyanın en çelişmeli bölgesinde, üç kıtanın birleştiği yerde ve üzerinde çağımızın en büyük çatışmaları esip duran, bambaşka bir geopolitik durumu vardı. Yani bizzat geopolitik, bu ülkede birtakım reaksiyonları bir gün harekete getirecekti.

 

Çünkü bu durum, eğer ülkenin insanlarından bir direniş hamlesi gelmezse, ya devlet tarih sahnesinden büsbütün silinecekti. Yahut da yeni yetişen, gidişattan memnun olmayan, pusuda bekleyen ve bir gün kuvvetlerini derlemek kudretini gösterecek bir genç nesil er geç, başlarındaki gafil sultana ve memleketin karanlık gidişatına:

 

«— Dur!»

 

demek cesaret ve kabiliyetini göstereceklerdi.

 

Bu reaksiyonların ruhî gelişmelerini direnişlerin örgütlenmesini bir gün öncülerini, silâhşorlarını, kahramanlarını bulmasının hikâyesini, ileride yeteri kadar işleyeceğiz. O zaman görülecektir ki, sahneye atılanların sayısı veya örgütlenmelerin gücü değilse bile, bizzat padişahın yarattığı şartlar ve çöküntüler, bir gün böyle bir ayaklanma karşısında, padişahı ve sarayı yenecektir. Tek hedef olan Meşrutiyet ilân edilecektir. Yani, 1860’lardan başlayıp, 1876-1878 arasında ilk meyvesini veren, fakat sonra gene padişahın bir oyunu ile sahneden silinen Meşrutiyet Nizamı, memlekette yeniden bayrağını dikecektir.

 

Gerçi arada çok şeyler kaybolmuş, çok fırsatlar kaçırılmış olacaktı. Hatta İkinci Meşrutiyetin yaşama şansı da, daha doğarken bile karışık, karanlık, ümitsiz görünecekti. Çünkü bizden ayrılan devletler, nizamlarını bizden daha iyi ve güçlü olarak kurmuş olacaklardı.

 

 

105

 

Rumeli’de yürüttükleri millî mücadeleler, artık desteklerini ve hedeflerini bulacaklardı. İmparatorluk ise, çağın hâkim şartlarının dışında, âciz ve kudretsiz bir hale gelmiş bulunacaktı.

 

Kısacası, ne sosyal şartlar, ne ekonomik şartlar, ne idare nizamı bakımından dünyaya ayak uyduramayan bu ülkeyi, hatta Meşrutiyet nizamı bile, belki de kurtaramayacaktı.

 

Ama ne var ki, yeni ve mücahit neslin de kendi tarihî vazifesini yapması, bütün menfî şartlara rağmen, vücudunu ve canını siper ederek bir şeyler kurtarmaya çalışması şarttı. Bu da, imparatorluğun içinde bulunduğu geopolitik şartların bu zorunluğuydu.

 

* * *

 

Yakın tarihimizde Abdülhamit’in yerini ve etkilerini mütalâa ederken, onu yalnız saltanatı süresince değil, bu saltanatın devlet yapısında yarattığı zaafların daha sonraki etkileri ile de ele almak lâzımdır. Bu zaafların ve çöküntülerin çeşitli alanlarda ve meselâ ordu, donanma gibi temel dayanaklardaki tesir ve neticelerini ileride göreceğiz. Ekonomi sahasında ise imparatorluğun yarı sömürge haline gelişi, Abdülhamit’in saltanatı devresinde tamamlanır. Kapitülasyonlara; ecnebi imtiyazları eklenir. İnşa, eğitim ve kültür işleri ise, ancak 1878 Berlin Muahedesinden sonra millî hüviyetlerine kavuşan komşu Balkan devletlerine bakarak bile, yüz kızartıcı derecede yetersizdir.

 

Hulâsa 1876-1908 arası, yani İkinci Abdülhamit saltanatı yakın tarihimizde çok daha önce başlayan çöküntünün en hızlı, en etkili merhalesini teşkil eder. İkinci Meşrutiyetin iflâsında, II. Abdülhamit’ten devralman bu mirasın, bünyesini kemiren hastalığın etkisini tekrarlanmalıyız. Gerçi, İkinci Meşrutiyetin genç nesli, bu bünyeyi kurtarmak için çırpmacaktır. Bir gün gelecek ve yaşları otuzun etrafında birtakım genç generaller, Abdülhamit ve adamlarının, adları anılınca bile titredikleri Düvel-i Muazzama’nın, yani dünyanın büyük devletlerinin ordularını, nice defalar yeneceklerdir.

 

 

106

 

Meselâ Çanakkale cephesinde bu orduların askerleri, arada birkaç metreye inen mesafeyi dahi aşamayarak, askerleri, donanmaları ile kaçıp gideceklerdir.

 

* * *

 

Ama ne çare ki, imparatorluk devri de artık geçmişti. Bir taraftan milliyetçilik, diğer taraftan halkçılık ve hatta sosyalizm çağı, artık çanlarını çalacktı. Birinci Dünya Harbi sonunda Avrupa imparatorlukları, bütün sömürge ve yarı sömürgeleriyle, tasfiye edilip gideceklerdi.

 

Ve elbette ki Osmanlı imparatorluğunun da ömrü, artık sona ermiş olacaktı. Yeni nesiller, yeni akımlar, yeni müesseseler, tarih sahnesine çıkacaklardı. Birinci Dünya Harbi’nin potasında pişecek genç ve önder insanlar, bu defa Osmanlı devleti, yani kâğıt üzerindeki bir imparatorluk için değil, Türk milletinin halâs ve istiklâli için kanlarını dökeceklerdi. Türk vatanının yeni tarihin, kendi kanları ve alın terleri ile yazacaklardı.

 

Ama bizim bu safhaya gelmemize, daha çok zaman var. Biz şimdi gene, kendi konumuza ve bıraktığımız yere dönelim. Bu konu, Abdülhamit devri ve onun, çöküş problemleridir. O halde gene bıraktığımız yerden başlayalım. Ve evvelâ

 

Abdülhamit’i, biraz yakından tanıyalım. Onun, yakın tarihimizdeki yerini, onun gerçek Hüviyeti ve kişiliğiyle tayin etmeye çalışalım. Çünkü buna, hele günümüzde lüzum vardır. Bir ulu hakan karşısında mıyız? Yoksa, karşımızda tarihin, en büyük suçlusu mu vardır? Bunu artık bilmeliyiz!..

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]